“15 kişi”, “Dev kızıl bayraklar”, “Ya sosyalizm ya ölüm”

25 Kasım 2019’da, “Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü”nde, İstanbul’da bir eylem gerçekleştirildi. Eylem, bir gün öncesinde, kaymakamlıkça yasaklandı ve 25 Kasım Platformu’nun görüşmeleri sonucunda, yasak “kaldırıldı”. Kaldırıldı’yı bilerek tırnak içine alıyorum, çünkü, aslında eylemdeki polis müdahalesi, yasağın pek de kalkmadığını gösteriyor. Eyleme katılanlar, her yıl Tünel’den Galatasaray meydanına kadar yürürler. Ama Galatasaray meydanı konusunda, devletin bir “hassasiyeti” oluşmuş durumdadır. Bunu elbette “anlayışla” karşılamak mümkün değil. Bu nedenle, polis barikatı, Galatasaray meydanına gelmeden kuruldu. Eylem platformu, şu ana sloganları belirledi: “Bir kişi daha eksilmeyeceğiz”, “Kadın şiddetini acil önle”, “İstanbul Sözleşmesi ve 6284 uygulanmadığı için kadınlar ölüyor.” Eylem, Galatasaray meydanına gelmeden, anlaşıldığı kadarı ile “eylem komitesinin” kararı ile bitirildi. Anlaşıldığı kadarı ile diyorum, çünkü, dağılmamakta direnen kadınlar vardı ve bir kişi “biz organize ettik, biz çağırdık, eylemi de bitiriyoruz” dedi. Bu nedenle bu açıklamanın kişisel açıklama olmadığını düşünüyoruz. Polisin saldırısı bundan sonra başladı ve saldırıya karşı direniş de. Devlet, polis, birçok eyleme dağılma sırasında saldırır. Saldırıya karşı duran kadınların duyulan sloganlarından biri “isyan, devrim, özgürlük” idi. Ve bu eyleme, Kaldıraç’çılar, ellerinde kızıl bayrakları ve “ya sosyalizm ya ölüm” dövizleri ile katıldılar.

Bu eylem sonrasında, sosyal medyada başlayan ilginç bir tartışma süreci var. Tartışma, “Kaldıraç’ın eyleme; a- kızıl bayraklarla, b- ya sosyalizm ya ölüm sloganını içeren dövizlerle katılması” üzerinden yürüdü.

Ama elbette burada durmadı.

Doğrusu biz bu tartışmayı, önceleri şaşkınlıkla izledik. Çünkü söylenenler anlamak ve anlatmak konusunda oldukça yavan şeylerdi. Mesela “ya sosyalizm ya ölüm” sloganından yola çıkıp da, “ölüm” üzerine vurgu yapanlara ne diyebiliriz ki, üstelik bir tweet ile, bir kuş sesi ile. Yapabileceğimiz bir tek açıklama olabilirdi; bu eyleme çağrı için dağıttığımız bildiri metnini paylaşmak. Bunu da yaptık. Birçok dostumuz bizi açıklama yapmaya çağırdılar. Çünkü onlara göre bize dönük bu saldırılar, haksızdı. Ardından tartışmalar daha da büyümeye başladı. Bir bölümü, açıkça, hem hareketimize, hem de devrimci harekete haksızlık içeren, saldırgan bir tutumun ifadesi olan, eleştiri ile alâkası olmayan bu sosyal medya atışmalarına tek tek yanıt vermemiz mümkün değil. Hele hele, bunu sosyal medya üzerinden, twitter’dan yapmamız hiç mümkün değil. Bu konuda Sibel Hoca’nın tüm hassasiyetini paylaşıyorum.

Ardından, konu ile ilgili bazı yazılar, makaleler kaleme alındı. Bu makalelerin hepsini yakalayamamış olabilirim. Ama bulup da okuyabildiklerimi belirtmek isterim ki, yazacaklarımın nelere dayandığı anlaşılır olsun. İzleyebildiğim makaleler şunlar: Kaldıraç dergisinin 221. sayısında Nehir Akar’ın “Ya sosyalizm ya ölüm”, yine Kaldıraç 221. sayıda Sibel Özbudun’un “‘Kızıl’ı mor’a boyamak’ mı? Hayır, teşekkürler!”, Ebru Pektaş’ın (ilerihaber.org’da çıkan) “Devrimi bekleyecek zamanımız var mı?”, Tunca Özlen’in (Gazete Duvar) başlıksız bir yazısı (Gazete Duvar, bu yazıyı şöyle bir açıklama ile vermiş: “Forum kategorimiz çok çeşitli türde içeriğe açıktır. Gazete Duvar’ın editoryal politikasıyla uyumlu olmak zorunda değildir.”), Semiha Şahin’in (ETHA15.com da) “Birbirimizden Öğrenmeye Ne Dersiniz”, Hülya Osmanağaoğlu’nun (sendika63.org’da) “Mor-Kızıl, 25 Kasım, 8 Mart vs…”

Elbette ki bu tartışmalarda, bir yönü “teorik-ideolojik” alana açılan tartışmalar var. Ama bir bölümü ise, açıkça hakaret ve saldırı içeriklidir.

Ben ise burada, hem Kaldıraç hareketi olarak bu eylemdeki yerimizi, amacımızı, sloganlarımızın ne anlama geldiğini, hem de ideolojik tutumumuzu ortaya koymaya çalışacağım. Belki bu yazı, neden sosyal medya tartışmalarının içine girerek yanıt vermediğimizin de anlaşılmasına olanak verir. Bu durum, yani tek tek saldırı ve hakaretlere yanıt vermememiz, saldırgan ve hakaretvari tutumları “anlayışla” karşıladığımız anlamına gelmesin. Linç kültürü, bizim gibi tarihi katliamlarla dolu bir ülkede, devletle açık bir mücadeleye girmemiş, tarihle yüzleşmemiş birçok insanın heybesinde, açığa çıkmak için bekler pozisyonda, tetikte durmaktadır. Ve elbette biz bu linç kültürüne, değil bize karşı, kime karşı yapılırsa yapılsın, karşı duracağız.

1- 25 Kasım eylemine neden gittik? Yani, Kaldıraç hareketi olarak neden katıldık? Öyle ya, bundan böyle, mesela Hülya Osmanağaoğlu’na soracak olursak, herkes kendi eylemine gidecek, herkes kendi örgütlediği eyleme katılacak, hatta biraz da selâmı sabahı kesmemiz de gerekli.

Sibel Özbudun’un Kaldıraç 221. sayıdaki “‘Kızıl’ı mor’a boyamak’ mı? Hayır, teşekkürler!” başlıklı yazısı, Hülya Osmanağaoğlu’da, tartışmalara derli toplu bir cevap vermek gerektiği duygusunu yaratmış. “… Sibel Özbudun’un mevzu hakkındaki yazısı, tartışmalara becerebildiğimce derli toplu bir cevap vermek gerektiği duygusu yarattı.” Böyle diyor Hülya Osmanağaoğlu. Ama doğrusu, tartışmalara “toplu bir cevap” yerinde olmasa gerek. Çünkü, yazar, sadece Sibel Özbudun’a “cevap” veriyor ve doğrusu “toplu” olan bölümü, Kaldıraç’a saldırılarda görülüyor. Belki de Hülya Osmanağaoğlu, sosyal medyadaki Kaldıraç’a karşı hakaret ve saldırıları “teorik temellere” oturtuyordur.

Hülya Osmanağaoğlu, “toplu cevap” yazısının topunu Kaldıraç’a çevirmiş durumdadır. Ne diyelim, hoşgeldiniz!

“Sonuçta biz bütün bu analizleri, tartışmaları niye yapıyoruz?” diye soruyor Hülya Osmanağaoğlu. Hakikaten niye? Sibel Özbudun’un yazısına “toplu bir cevap vermek için” değil mi? Değil galiba. Dinleyelim: “On beş kişi ellerinde dev kızıl bayraklar ve ‘Ya sosyalizm ya ölüm’ yazan dövizle 25 Kasım kadın eylemine geldikleri için.” İşte bunun için bu tartışmalar oluyormuş.

Dahası var, Hülya Osmanağaoğlu “toplu” cevabın topunun namlusuna Kaldıraç’ı koymuş bir kere: “Peki, 25 Kasım’da kocaman kızıl bayraklarla alana gelen sosyalist arkadaşlar sosyalist hareketin tarihi açısından öneme sahip bu lafı hangi bağlamda kullandılar acaba? Şu öngördükleri ‘Anadolu Devrimi’nin şafağında olduklarına karar verdiler de bizi de o devrimlerine katılmaya mı çağırıyorlar mesela? Hani diyelim ki 25 Kasım sadece kadınlara yönelik devlet şiddeti ile ilintili bir gün olsun yine de ‘ya sosyalizm ya ölüm’ demekte bir politik bağlam sorunu yok mu? Mesela 10 Aralık İnsan Hakları Günü’ne de arkadaşlar bu dövizle gidiyorlar mı? Sibel de mesela, ‘insan hakları’ kavramı burjuva demokrasisine ilişkin bir kavramdır onun için sosyalistler 10 Aralık’ta ‘Ya sosyalizm ya ölüm’ diyerek işkencenin vd. ancak sosyalizmde son bulacağını söyleme hakkına sahiptirler, der mi?”

Dedim ya, Hülya Osmanağaoğlu, topun ucuna Kaldıraç’ı yerleştirmiş. Yine de bize arkadaşlar diye seslenmesinden sevinç duyarız, sosyal medyada onunla aynı dili kullananlardan bir dirhem olsun daha az alayla karışıktır. Ve öyle anlaşılıyor ki, bu “insan hakları günü” örneği ile Sibel için zor bir soru oluşturduğunu sanıyor olmalı.

Hülya Osmanağaoğlu şöyle devam ediyor: “Tüm bu soruların aslında basit bir cevabı var; o döviz 25 Kasım bağlamıyla açılmadı, tıpkı o dev kızıl bayrakların da devlet şiddetine karşı sosyalistlerin kendini ifade etmesi için açılmadığı gibi. Kızıl bayrakların da ‘Ya sosyalizm ya ölüm’ dövizinin de orada önümüzde dikilen polis barikatlarında cisimleşen devlet şiddetine bir sözü yok aslında. Arkadaşlar maalesef 25 Kasım’da devlete değil feministlerin şahsında orada mor renkle ve gökkuşağı renkleriyle erkek şiddetine -hetero patriyarkanın şiddetine ve devlet şiddetine karşı direnen kadınlara karşı konuşmak için oraya gelmişlerdi. Ki bizim eleştirimiz de buna. Orada yıllar içinde inşa edilen bir kadın dayanışmasına karşı konuşulmasına yönelik bir eleştiri söz konusu.”

Dahası da var.

“İşte 25 Kasım’ların İstanbul’daki bu örgütlenme tarzı dev kızıl bayraklarla bir arada durarak grup görünürlüğünü öne çıkaran ve günün politik bağlamıyla tümüyle alakasız bir dövizle devlete değil feministlere/kadın hareketine karşı eylem yapmaya gelenlere eleştiri yapmayı haklı kılıyor. Bunu isteyen istediği kadar sosyalizme tepki, kızıl bayrağa tepki diye çarpıtsın oradaki binlerce kadın ve 25 Kasım’da ülkenin dört bir yanında sokaklara dökülen kadınlar bu haklı eleştiriyi sahipleniyor. Çünkü 25 Kasımlarda sokağa çıkan kadınlar biliyoruz ki bizi ölümden kurtarıp kurtarmayacağından emin olmadığımız sosyalizmi beklememiz mümkün değil. Hayatlarımızı savunuyoruz ve eğer ‘ölüm’ kavramıyla bir ikilem içinde kendimizi ifade etmemiz gerekirse bu ancak ‘Ya 6284 ya ölüm’ veya ‘Ya İstanbul sözleşmesi ya ölüm’ gibi bir şey olabilir.”

“Son olarak Sibel’in başlığı dolayımıyla da bir açıklama yapmak gerekirse, Türkiye’de şu anda on binlerce kadının katıldığı tek eylem 2020’de on sekizincisi örgütlenecek olan İstiklal Caddesi’ndeki Feminist Gece Yürüyüşü. Adı üstünde bu yürüyüşü on yedi yıldır feministler örgütlüyor, bu yürüyüşe kızıl bayraklarla katılıma hayır deme hakkına sahibiz ve bu hiç de Sibel’in dediği gibi dayatma filan değil. Feministler ve feminist mücadeleyi destekleyen kadınlar olarak yürümek istiyoruz. 8 Mart’ta kızıl bayrakları ile hatta erkek yoldaşları ile yürümek isteyenler de istedikleri yere gitsinler yürüsünler.”

Şimdi, bizim sorumuza dönelim. Biz bu eyleme niye katıldık; katıldık hadi, neden kızıl bayraklarla katıldık; katıldık hadi, neden o bayraklar dev gibi idi; hadi dev gibi idi, neden bir grup görüntüsü vermek için 15 kişi bir arada durduk; hadi durduk, o döviz de ne, “ya sosyalizm ya ölüm” de ne, bunun yeri mi yani?

Katıldık, çünkü biz devrimci sosyalist bir siyasal hareketiz. Kadına karşı şiddet, sınıflı toplumların tarihinin içinden gelir. Biz, tüm sınıflı toplumlara son verecek, sınıfların varlığına son verecek bir yeni dünya, sosyalist bir dünya için mücadele ediyoruz. Sınıfların varlığının sonucu olan devlet, insanın insan tarafından sömürülmesi ve bundan doğan, bununla birleşen tüm aşağılama, ayrımcılık, tüm yağma kültürü vb.nin kaynağıdır. Sadece kadına şiddetin kaynağı değil, mesela “insan hakları” sorunlarının da, doğanın yağmalanması sorunun da kaynağıdır. Bunu en rahat, en açık bizim ülkemizde görebilmek mümkündür. Kadına karşı şiddet denildiğinde devletin ne ölçüde ve ne kadar açık devrede olduğunu görmek mümkündür. Bunu mesela Finlandiya’da bu ölçüde gün ortasında, açık biçimde görmek o kadar yaygın değildir. Burjuva ideolojisi, erkek egemen bir ideolojidir. Tüm sınıflı toplumların egemenlerinin ideolojisi de böyledir. Bir toplumda egemen ideoloji, egemen sınıfın ideolojisidir ve bu sadece egemen sınıfların üyelerinin kabullendiği, içine sindirdiği, kendini onunla şekillendirdiği şey değildir. Aynı zamanda egemen ideoloji, ezilen sınıfların üyelerini de sarar. Haksızlığa karşı isyan eğilimi bu nedenle zayıftır. Milliyetçilik bu nedenle egemen sınıf arasında olduğundan çok, işçi ve emekçiler arasında yaygındır. Bu, kadın sorunu ve kadına şiddet meselesi için de böyledir. Burjuva evlerinden daha çok, işçi evlerinde dayak olur. Ama bunlar, işin sınıfsal özünü, tarihsel boyutunu ortadan kaldırmaz.

Biz Kaldıraç’çı kadınlar olarak, bu nedenle, “kadına şiddet politiktir” diyoruz. Biz bu nedenle diyoruz ki, militarizm, milliyetçilik gibi burjuva ideolojisinin yansımaları, kadına karşı ayrımcı politikaların da kardeşidir. Bu nedenle, oğlunu savaşa “vatan” için gönderdiğini sanan anaların, “buyurun şehadet şerbetini bir de siz için efendiler” demelerini anlayabiliyoruz.

Birileri bizim bu açıklamalarımızı kabul etmeyebilir. Bu bir tartışma konusu da olabilir. Ama bu, bir tartışma olmalıdır, had bildirme değil.

Had bildirme, egemenlik, hakimiyet ilişkileri ve onların beraberinde taşıdığı şiddet ile bağlıdır ve burjuva devlet de dahil, devletlere aittir.

Hülya Osmanağaoğlu’nun bu had bildirme cümlelerinin sosyal medyadaki izlerini saymayacağız. Ama, kendisinin de izni olursa, söyledikleri üzerinde detaylı durmak istiyorum.

a- Kendisi söylüyor, Sibel Özbudun’un yazısı, kendisinde bir toplu cevap verme duygusu uyandırmış olabilir. Ama yazısının çoğu ve ağırlığı, Kaldıraç’a saldırıdır. Eleştiri sınırlarının içinde bile değildir. Oysa ilk izlenim olarak, “toplu cevap verme duygusu”, sanki daha derinlikli bir tartışma amacını ifade ediyordu. Öyle idiyse, demek ki yazı kontrolünden çıkmış. Sosyal medyadaki linç kampanyasının temelini oluşturma hamlesine dönüşmüş.

b- “Peki, 25 Kasım’da kocaman kızıl bayraklarla alana gelen sosyalist arkadaşlar sosyalist hareketin tarihi açısından öneme sahip bu lafı hangi bağlamda kullandılar acaba? Şu öngördükleri ‘Anadolu Devrimi’nin şafağında olduklarına karar verdiler de bizi de o devrimlerine katılmaya mı çağırıyorlar mesela?”

– Tekrar olsun, hangi amaçla söylemiş olursanız olun, “arkadaşlar” sözcüğünü sevgi ile karşılıyoruz. Çünkü o alanda ya da başka alanda, toplumsal mücadelenin herhangi bir alanında (her alandaki toplumsal mücadele kadını ilgilendirir) bir arada olmayı tercih ederiz.

– “Kocaman kızıl bayraklar”, “dev kızıl bayraklar” ile alana gelmemiz size neden rahatsız eder? Bunu anlamakta güçlük çekiyorum. Merak etmeyin, sizin bizim oraya niye geldiğinizi zaten “çözmüş” olduğunuzu atlamayacağım. Ama bu sorunun yeridir, kızıl bayrakların kocaman ve dev olması yerine, mesela büyüklükleri ne kadar olursa sizi rahatsız etmez? Bir eylemde taşınan bayraklar, tıpkı “mor bayraklar” gibi, benzer boyutlara sahip olabilirler. Eylemlere katılmayan birisi okusa, sanacak ki, biz, o alana gökdelen boyunda kızıl bayraklarla geldik ve o güçlü ellerimizle o bayrakları birilerinin gözüne gözüne soktuk. Bu doğru değil. Abartılıdır.

Açık olmak gerekirse, siz bizim o alana gelmemizden rahatsızsınız. Size göre biz o alana gelenler, size tabi olmak zorundayız. Kendimizi ifade etmemeliyiz, hele hele kendimizi ifade edeceksek dahi bunun içinde kızıl olmamalıdır. Biz, acaba, bu kültürü, 12 Eylül’den bu yana mı edinir olduk?

– Biz “ya sosyalizm ya ölüm” sloganını (laf değil slogan demek daha yerinde olur), hangi anlamda kullandık acaba? Kendi anlamında. Bu sloganın içeriği üzerinde daha sonra duracağım. Ama Hülya Osmanağaoğlu sosyal medyadaki “ ‘ölüm’ bu eylemde olur mu” tarzında tweetlere gönderme yapmıyorsa, bu sloganın ne demek olduğu bilinir. Başka bir anlamda da kullanılmaz. Kapitalist sistemin bize artık tek sunduğu şeydir “ölüm” ve sosyalizm mücadelesinde ısrar etmezsek, tüm yollar oraya çıkmaktadır.

– Sizi “şu öngördüğümüz” Anadolu Devrimi’nin şafağında, bu devrime katılmaya mı çağırıyoruz mesela?

Sizi de, evet tüm kadınları, ama sizi de “şu öngördüğümüz” Anadolu Devrimi’ne çağırıyoruz. Üstelik sadece orada değil, her yerde. Siz, bizim “şu öngördüğümüz Anadolu Devrimi”ne katılmama hakkına sahipsiniz, hatta karşısına geçip bizzat savaşma hakkına da sahipsiniz. Ama biz de, siz dahil, herkesi bu devrime katılmaya çağırma hakkına sahibiz. Aslında siz bu soruyu da “dikkat çekmek” için soruyorsunuz, yoksa biraz ileride siz, bizim oraya neden katıldığımızı çözdüğünüzü, bizzat siz, yazıyorsunuz.

Yoksa siz, “şu bizim öngördüğümüz Anadolu Devrimi’ne” katılmayı, hatta buyurun en önünde yürümeyi, kadın hareketine karşı bir tehdit olarak mı sunmak istiyorsunuz?

c- “Hani diyelim ki 25 Kasım sadece kadınlara yönelik devlet şiddeti ile ilintili bir gün olsun yine de ‘ya sosyalizm ya ölüm’ demekte bir politik bağlam sorunu yok mu? Mesela 10 Aralık İnsan Hakları Günü’ne de arkadaşlar bu dövizle gidiyorlar mı? Sibel de mesela, ‘insan hakları’ kavramı burjuva demokrasisine ilişkin bir kavramdır onun için sosyalistler 10 Aralık’ta ‘Ya sosyalizm ya ölüm’ diyerek işkencenin vd. ancak sosyalizmde son bulacağını söyleme hakkına sahiptirler, der mi?”

– Politik bağlam sorunu. Bu yerinde bir sorudur. Hülya Osmanağaoğlu bize, “arkadaşlar bakın doğru anlaşılmıyor” demiyor. Ama öyle diyen arkadaşlar da var. Bize, bu sloganın orada açılması uygun düşmedi diyenler var. “Ya sosyalizm ya ölüm” sloganı üzerinde daha ilerde duracağız. Daha ileride, bize göre önemli bir tartışma konusu olan “ertelemecilik” üzerine de duracağız.

Şimdilik sadece politik bağlam sorunu üzerinde duralım.

Bir politik bağlam sorunu yok. Eğer bizim oradaki varlığımızın “size karşı” olmak gibi bir amaç taşıyamayacağını anlayabiliyor olsaydınız, bu politik bağlam sorunu çözülmüş olurdu. Bize göre o eylemdeki hiçbir kişi, bir başkasına karşı orada değildi. Sorun açık, kadına şiddet. Bu konuda diyeceği olanların sadece bir bölümü o alana gelmiştir. 3 bin kişi idiysek, eminiz ki, her birimizin bu konuda söyleyecek sözümüz olduğu için oradaydı. Ve elbette, her birimizin söyleyeceklerinin hem ortak noktası, hem de farklı yönleri var olur. Mesela biz, 6284 uygulansa kadına şiddet durur, diye düşünmüyoruz. Biz sorunun daha derinde olduğu fikrindeyiz.

Ülkemizde, adeta bir katliam gibi, kadın cinayetleri gerçekleşiyor. Adeta bir katliam gibi iş cinayetleri yaşanıyor. Kadınların giydiği elbiselere bakmayı iş edinmiş bir Cumhurbaşkanı var. Otobüslerde kadınlar tacize uğruyor ve bunun açıklaması olarak TV kanallarında çıkarılan koca koca adamlar “tahrik edici giyinmemek” lazım uyarılarında bulunuyor. Her ilçede çocuk tacizleri yaşanıyor. Hakimler, “etek boyu” ölçüyor, kadın ya da erkek hakimler “ben niye tacize uğramıyorum” diye saldırıya uğrayan kadına sorabiliyor.

Ve şimdi siz bize, eğer İstanbul Sözleşmesi uygulansa, eğer 6284 uygulansa, ölümler olmaz, mı diyorsunuz? Varsayalım ki siz ölümün karşısına bunu ya da ‘gibi’ şeyleri koymuş olun, ama müsaade edin de biz de bunun karşısına sosyalizmi koyalım, “ya 6284 ya ölüm gibi” demek “bağlam” sorununu kaldırıyor da, “ya sosyalizm ya ölüm” demek neden bir bağlam sorunu oluşturuyor? Madem “gibi” şeylerle birlikte “ölüm” olabiliyor, biz de bunu “sosyalizm” ile ilgili yapıyoruz.

“Ya sosyalizm ya ölüm” sloganı, ölümün kadınlar için bu kadar “normalleştiği”, bu kadar “sıradanlaştığı” bir ortamda sosyalizm ve devrim alternatifinin yakıcı olduğunu göstermek içindir. Şu bizim öngördüğümüz Anadolu Devrimi’nin, aynı zamanda bir “kadın devrimi” olacağının (ki her sosyalist devrim, özü gereği bir “kadın devrimi”dir, Rojava devrimine bir de bu gözle bakın lütfen) ifadesidir.

– Peki ya, o güzel örneklemenizde olduğu gibi, yarın insan hakları gününde, bu pankartla oraya gider miyiz sorusuna gelelim. Eğer, insan hakları günü, kitlelerin açık bir direnişini ifade etmeye başlarsa, oraya da bu dövizle gideriz. Sizi de davet etmekten çekinmeyiz. Güzel ellerinizi “ya sosyalizm ya ölüm” dövizleri ile “kirletmenizi” istemeyiz elbette, kendi istediğiniz sloganınızı yazdığınız dövizlerinizi de alın gelin, deriz.

İnsan hakları konusunda, Sibel’in ne diyeceğini siz biliyor olmalısınız. Ama biz, İnsan Hakları Günü’ne ihtiyaç duyulan bir dünyanın, insan haklarının ayaklar altında çiğnendiği bir kapitalist dünya olduğundan eminiz. Burjuvazi, tarih boyunca gelişen sınıf savaşımlarından öğrenir ve kendi egemenliğini ayakta tutmak için, birçok manevra geliştirir. Dünya çapında yükselen devrim ve sosyalizm mücadelesi, toplumsal mücadele, sömürgeciliğe, ırkçılığa, cinsel ayrımcılığa karşı mücadeleler olmamış olsaydı, burjuvaların “insan hakları günü” de, emin olun olmayacaktı. Yani, sevgili Hülya Osmanağaoğlu, bu insan hakları günü örneğiniz, politik bağlam açısından hiç de yerinde değil. Belki de bu nedenle, bizim “ya sosyalizm ya ölüm” sloganımızın, kadın cinayetlerinin devlet teşviki ile tavan yaptığı bir ortamda, kadına karşı şiddeti protesto etmek için düzenlenen bir eylemde döviz olarak var olmasını politik bağlam sorunu olarak ele alıyorsunuz.

d- Hâlâ, biz bu eylemde neden varız, neden elimizde kızıl bayraklarımız ve “ya sosyalizm ya ölüm” yazılı dövizimiz var sorusundayız.

“İşte 25 Kasım’ların İstanbul’daki bu örgütlenme tarzı dev kızıl bayraklarla bir arada durarak grup görünürlüğünü öne çıkaran ve günün politik bağlamıyla tümüyle alakasız bir dövizle devlete değil feministlere/kadın hareketine karşı eylem yapmaya gelenlere eleştiri yapmayı haklı kılıyor. Bunu isteyen istediği kadar sosyalizme tepki, kızıl bayrağa tepki diye çarpıtsın oradaki binlerce kadın ve 25 Kasım’da ülkenin dört bir yanında sokaklara dökülen kadınlar bu haklı eleştiriyi sahipleniyor. Çünkü 25 Kasımlarda sokağa çıkan kadınlar biliyoruz ki bizi ölümden kurtarıp kurtarmayacağından emin olmadığımız sosyalizmi beklememiz mümkün değil. Hayatlarımızı savunuyoruz ve eğer ‘ölüm’ kavramıyla bir ikilem içinde kendimizi ifade etmemiz gerekirse bu ancak ‘Ya 6284 ya ölüm’ veya ‘Ya İstanbul sözleşmesi ya ölüm’ gibi bir şey olabilir.

“Son olarak Sibel’in başlığı dolayımıyla da bir açıklama yapmak gerekirse, Türkiye’de şu anda on binlerce kadının katıldığı tek eylem 2020’de on sekizincisi örgütlenecek olan İstiklal Caddesi’ndeki Feminist Gece Yürüyüşü. Adı üstünde bu yürüyüşü on yedi yıldır feministler örgütlüyor, bu yürüyüşe kızıl bayraklarla katılıma hayır deme hakkına sahibiz ve bu hiç de Sibel’in dediği gibi dayatma filan değil. Feministler ve feminist mücadeleyi destekleyen kadınlar olarak yürümek istiyoruz. 8 Mart’ta kızıl bayrakları ile hatta erkek yoldaşları ile yürümek isteyenler de istedikleri yere gitsinler yürüsünler.”

Şimdi, bu alıntı üzerinde durarak, bizim oradaki amacımız üzerinde netliğe ulaşabiliriz.

– Hülya Osmanağaoğlu diyor ki, biz Kaldıraç’çılar, dev kızıl bayraklarla ve o dövizle, o alana, aslında devlete karşı mücadele için gelmedik, aslında biz o alana kadına karşı şiddet meselesinde bir ses olmak için, katkı vermek için gelmedik. Peki niye gelmişiz? “Feministlere/kadın hareketine” karşı eylem yapmaya…

Yani ona göre, oradaki diğer kadınlar ve biz Kaldıraç’çılar, iki ayrı kutubuz ve muhtemelen de polis, “güvenlik” sağlamak için orada olmalı.

Bunları Hülya Osmanağaoğlu’na ne söyletiyor bilmiyoruz. Ama inanması için bir kere daha söyleyelim, biz oraya, 25 Kasım için geldik. Biz oraya, kadın cinayetlerine karşı geldik. Bunun için başka yerlerde, başka zamanlarda, başka insanlar ve gruplarla başka eylemler de örgütledik.

Bu soruya, Hülya Osmanağaoğlu gibi cevap verebilmek, sanki bizim niyetimizi bizden iyi biliyormuş gibi yapmak, eyleme devrimcilerin katılmasını önlemek isteyen sendika mafyasının, CHP’li yöneticilerin, güvenlik güçlerinin davranışlarını onaylamak demektir. Bu, yeni bir durum değil. Nerede bir toplumsal eylem varsa, devletin, ona yardımcı olacak basının vb. işi, bu eylemlere devrimcilerin katılmasını önlemek olmaktadır. Soma’ya devrimcilerin girmesini önlemek, Torunlar İnşaat’a devrimcilerin dahil olmasını önlemek, 1 Mayıs’ları devrimciler olmadan yapmak vb. 12 Eylül kültürüdür bu. Bize uzunca bir zamandır bu dayatılmaktadır.

Şimdi biz yemin etsek, biz bu eyleme, feministlere karşı katılmadık desek, Hülya Osmanağaoğlu’nu ikna edebilir miyiz? Hele onun bir adım ilerisinde sosyal medyadan küfürler dizenleri sakinleştirebilir miyiz? Mümkün değil.

Osmanağaoğlu, bir satır olsun polisin saldırısından söz etmemiş. Ama bizim, kızıl bayraklarımızı ve “ya sosyalizm ya ölüm” dövizimizi hiç rahat bırakmamış. Acaba, biz mi, yoksa kızıl bayraklar mı, yoksa “ya sosyalizm ya ölüm” dövizi mi, yoksa hepsi birden mi onu korkutmuş, kızdırmış?

– Eylemde kızıl bayraklı 15 kişi, bir arada durarak grup görüntüsü vererek, feministlere/kadın hareketine karşı olduklarını beyan etmiş oldular. Pes doğrusu! Eğer biz eylemde, 15 kişi, ellerimizdeki kızıl bayraklarla, ayrı ayrı yerlerde dursak, eylem alanındaki kitlenin içinde dağılmış olsak, bu kez de, o “dev” kızıl bayraklarla, “tüm eylem bizim” demek için “görüntü” vermekle suçlanırdık. Yani, Hülya Osmanağaoğlu, siz bizim her türlü varlığımızdan rahatsızsınız. Oysa polisten rahatsız olmanız gerekirdi. Peki bizden neden bu kadar rahatsızsınız? Kızıl bayraklar yüzünden mi? Bırakın kızıl bayraklar, mor bayrakların yanında dalgalansın, ne olur? “Ya sosyalizm ya ölüm” sloganının yazılı olduğu dövizlerden mi? Niye ki, zaten bağlamı dışında ise, ne etkisi olabilir ki?

Bizim orada, o eyleme katılanlara karşı olduğumuz açıklaması, iftiradır.

– ‘Bizi kurtarıp kurtarmayacağına emin olmadığımız sosyalizmi beklemek’ vurgusunu da aşağıda, ertelemecilik konusunda ele alacağız. Biz bu tartışmayı, ideolojik olarak önemli buluyoruz.

“Ya İstanbul Sözleşmesi ya ölüm” demiş olsa birileri, bu gerçekte, kadın cinayetlerinin politik olduğu vurgusunu reddetmiş olmaları anlamına gelir. Aynı şey, “ya 6284 ya ölüm” olduğunda da geçerlidir. Kadın cinayetlerinin nedeni, yasaların var olmaması ya da yasaların eksik uygulanıyor olması değildir. Bu, işin siyasal ve sistemle ilgili yönünü görmemek olur. Hülya Osmanağaoğlu’nun bu vurgusunu, “ya sosyalizm ya ölüm” sloganına karşı bir şey daha söyleme çabası olarak görüyorum. Yoksa, sanırım, o da bu cinayetlerin sistemle bağlı bir iş olduğunun bilincindedir. Kadın cinayetlerini önleyecek şey, iyi bir yasa, iyi bir hakim vb. değildir. Tabii ki bunların da pozitif etkisi olabilir. Ama meselenin daha derinde olduğunu kavramak mümkün olsa gerek. Bu bir sistem sorunudur, bu bir insanca yaşama meselesidir, bu özel mülkiyet ilişkilerinin parçalanması meselesidir, bu devlet denilen mekanizmanın yeryüzünden tamamen silinmesine kadar sürecek bir mücadeledir.

– Hülya Osmanağaoğlu, ‘son olarak’ diye başlayan bir açıklama ekliyor. Sibel Özbudun’un, protestolar kimsenin tekelinde değil diye açıkladığı tutumuna karşı bir açıklamadır bu. Yukarıdaki italikli bölümün sonundadır.

Sibel Özbudun şöyle diyordu:

“Oysa protestolar hiç kimsenin tekelinde olmayan ‘kamusal alanlar’da gerçekleştirilebilir. Belirli bir konuyu sorun edinen herkes insanları gösteriye çağırabilir; ancak çağrı konuyu sorun edinen herkesedir. Protesto gösterisi ‘özel mülkiyet’ olarak değerlendirilebilecek bir alanda (örneğin çağrıcının evinin bahçesinde!) gerçekleşmediği sürece, çağrıcı katılımcıların soruna hangi açıdan yaklaştıklarını, hangi talep ve gerekçelerle protestoya katıldıklarını, protesto boyunca nasıl davranmaları, hangi sloganları atıp hangilerini atmamaları, hangi renklerde giyinmeleri… vb.ni dikte etme hakkına sahip değildir.

“Protesto edilen görüngüyle sorunu olan herkes, organizasyon komitesinin güvenlik önlemlerini ihlal etmemek koşuluyla gösteriye katılma, kendi gerekçelerini slogan ya da pankart ve dövizlerle ifade etme hakkına sahiptir. En fazla, görüşlerinizle bağdaşmadığını düşündüğünüz kişi yada grupların sizin kortejinize katılmamasını sağlayabilirsiniz. Aksi tutum, feministlerin hoşlanmadıklarını sıkça ifade ettikleri ve erkeklere mal etmekten hoşlandıkları ‘dayatmacılık’tır…”

İşte bu satırlara karşılık Hülya Osmanağaoğlu, şöyle yazıyor:

“Son olarak Sibel’in başlığı dolayımıyla da bir açıklama yapmak gerekirse, Türkiye’de şu anda on binlerce kadının katıldığı tek eylem 2020’de on sekizincisi örgütlenecek olan İstiklal Caddesi’ndeki Feminist Gece Yürüyüşü. Adı üstünde bu yürüyüşü on yedi yıldır feministler örgütlüyor, bu yürüyüşe kızıl bayraklarla katılıma hayır deme hakkına sahibiz ve bu hiç de Sibel’in dediği gibi dayatma filan değil. Feministler ve feminist mücadeleyi destekleyen kadınlar olarak yürümek istiyoruz. 8 Mart’ta kızıl bayrakları ile hatta erkek yoldaşları ile yürümek isteyenler de istedikleri yere gitsinler yürüsünler.”

İşte durum budur: “İstedikleri yere gitsinler yürüsünler.”

Anlaşılan odur ki, Hülya Osmanağaoğlu, birilerinin gelip, kendi “emeklerine” el koyup, onlardan feminist hareketi alacaklarını düşünüyor. O kadar yazıya kendini kaptırmış ki, “istedikleri yere gitsinler yürüsünler” diyebiliyor. Şükür ki, henüz “cehenneme gidip yürüyün” demiyor. Az kaldı, onu da diyecek. Çünkü bu işin otoritesi odur ve “mal sahibi” olarak, “istedikleri yere gitsinler yürüsünler” diyebilmektedir. Elinden gelse, bizi dövecek, eylemlere almayacak. Hülya Osmanağaoğlu, Kaldıraç üzerinden, tüm devrimci harekete had bildirme işine soyunmuştur.

Biz feminist değiliz. Ama bizim dışımızda bir feminist hareketin varlığına tahammülümüz var. Dahası, devlete karşı mücadele eden her harekete olumlu bakarız. Ama kadın hareketinin; feministlerin, dahası, Hülya Osmanağaoğlu’nun malı-mülkü-çocuğu olduğunu hiç sanmıyoruz.

Diyelim ki, kendi kişisel emeğinizle büyüttüğünüz bir hareket söz konusu olsun ve onu bir parçanız, çocuğunuz gibi sahipleniyorsunuz. İyi ya, bırakın da kendi yolunda yürüsün, siz olmadan da ayakta dursun, “15 kişilik dev kızıl bayraklı gruplar”ın etkisine karşı sağlam olsun, her eyleminize başkaları da katılsın, hatta ne kadar örgütlü olurlarsa o kadar iyidir, değil mi?

Hatta feminist bir aktivist iseniz, sizin dışınızda, toplumsal mücadeleye katılmış başkalarının varlığına da olumlu bakmalısınız.

Feminist iseniz, sizden daha geniş bir “kadın hareketi” olduğunu da anlamış olmalısınız.

2- Ertelemecilik.

Tartışmalarda, bir de böylesi bir boyut var. Bunu önemsiyoruz ve üzerinde durmak istiyoruz. Biz devrimciler, kadının kurtuluşunu sosyalizmde, komünizmde görürüz. Bu nedenle, kadın mücadelesini küçümsemeyiz, asla ve asla. Tarih de bunu gösterir. Dünya devrimci hareketi tarihi, bu açıdan kadınların yazdığı mücadele örnekleri ile doludur. Daha yakına bakarsak, Kürt devrimci hareketi tarihinde de bunun sayısız örneklerini görebiliriz. Bugün, aşiret vb. kalıntıların daha etkili olduğu Kürdistan coğrafyasında kadınlar, dünyanın pek çok yerindeki kadınlardan çok daha özgürdür ve bu “niceliksel” bir metotla ölçülebilecek gibi değildir.

Elbette, biz, sosyalist mücadelenin, sosyalist ve devrimci olmanın, hatta devrimin bizzat kendisinin bile, tüm sorunları, binlerce yıllık sınıflı toplum tarihinin kalıntılarını, boş inançları, toplumsal kuralları bir seferde süpürüp atacağını da söylemeyiz. Biliyoruz ki, bu, tüm yeryüzünde, sosyalizm başarıya ulaşana kadar, sınıflar ve onların kalıntıları ortadan kalkana kadar, insanoğlu sınıflı toplumdan çıkmış hâli ile değil, yenilenerek ve gerçek insanlık tarihini başlatacak hâle gelene kadar sürecektir.

Bu nedenle, biz, kendi saflarımızda da, erkek egemen ideolojinin, burjuva ideolojisinin her türlü yansımasının kalıntılarına karşı savaş açarız. İçinde yaşadığımız bu toplumda, katliamlar diz boyudur. Ermeni olmak, Rum olmak küfür olarak ele alınır. Devrimci olmak, tüm bunlardan, derine yer etmiş milliyetçi tutumlardan otomatikman kurtulmak demek değildir. Devrim mücadelesi, bu yola çıkmış her hareketin, her örgütlü yapının içinde de sürer. Yeni insan dediğimiz şey, aslında bizzat bu mücadele ile yaratılır.

Bize veya tüm devrimci harekete yönelik olarak dile getirilen eleştiri: Ertelemecilik, sanki bizim devrimi beklemeyi vaaz etmemiz gibi bir durumu varsayar. Oysa biz papaz değiliz, imam değiliz ve vaaz etmiyoruz. Tersine, bizzat o gün için, devrim için bizzat savaşıyoruz. Devrim için savaşmayana devrimci demek adetimiz de yok.

Diyelim ki, işçilere, devrimi bekleyin, sosyal haklarınız için, ekonomik ve demokratik haklarınız için mücadele etmeyin, sadece devrimi kalpten isteyin demiyoruz. Hiçbir devrimci böyle demiyor. Tersine işçilerin günlük mücadele içinde devrimi kavrayabileceğini, örgütleyebileceğini, onun önderi olabileceğini düşünüyoruz ve onlara da açık ve net bir tarzda bunu söylüyoruz.

Benzer biçimde, özgür ve bilimsel eğitim için mücadeleye, örgütlenmeye çağırdığımız öğrencilere de, devrime kadar nasılsa bir şey çözülmez, bekleyin, demiyoruz.

Devrimi savunmak, kadının kurtuluşunu sosyalizmde, sosyalist devrimden komünizme kadar giden süreçte görmek, onlara “sorunlarınızı erteleyin” demek değildir. Devrimden ve sosyalizmden söz edince, kadın cinayetlerine karşı çıkmamak gibi bir sonuç nasıl çıkarılabilir? Öyle olsa idi, biz o alanda da olmazdık. Ama doğrusu, kadın cinayetlerini, erkek egemen davranışları, insafa gelmiş devletin önleyeceğini hiçbir biçimde söylemeyiz, çünkü bu, gerçeği söylememek olur. Kadın cinayetleri, tecavüzler, saldırılar istisna değildir. Sistem, bunu zorunlu olarak, varoluşu gereği, mülkiyet ilişkileri içinde yeniden ve yeniden üretmektedir. Kadın cinayetleri politiktir derken, biz tam da bunu söylüyoruz.

Aynı şey işçi cinayetleri için de geçerlidir. İşçi cinayetlerini de sistemin kendisi, mülkiyet ilişkileri, maksimum kâr hedefi ile üretmektedir. Doğanın yağmasını da biz böyle ele alıyoruz.

25 Kasım’ın tarihi de bu açıdan ilgiye değerdir. Sibel Özbudun’dan aktaralım: “Bu günün BM tarafından “Kadına Şiddetle Mücadele Günü” ilan edilmesinin gerisinde yatan olay, Dominik’te diktatör Trujillo’ya karşı mücadele eden Mirabel kız kardeşlerin Trujillo’nun özel servis elemanları tarafından dövülerek öldürülmesidir. Dikkat; Mirabel kardeşler, kocaları, babaları ya da herhangi bir “erkek” tarafından değil, ABD uşağı Trujillo rejimi tarafından, diktatörlüğe karşı örgütlü bir mücadele yürüttükleri için katledilmişlerdi…”

Böylesi örgütlü mücadele içinde oldukları için öldürülen ne ilk, ne de son kadınlar olmayacakları da açıktır. Sizce bu tutum, devrimcilerin devrim ve sosyalizm mücadelesi, gerçekten de “ertelemeci” midir?

Hülya Osmanağaoğlu, Sibel’in bu satırlarına şöyle yanıt veriyor: “Kaldı ki Sibel, 25 Kasım’ın tarihini de eksik biliyor.” İlgi çekici bu sözlerin ardından şunları yazıyor Hülya Osmanağaoğlu: “Mirabel kardeşler sadece dövülerek öldürülmediler, tecavüze de uğradılar.” İşte size “eksik bilmek” denilen şey. Doğrusu ne demek istediğini anlayamadık. Mesela muhtemelen Mirabel kardeşler, elektrik işkencesi de görmüşlerdir ya da daha başkalarını. Evet tecavüze de uğradılar. Bu 25 Kasım’ın tarihini farklılaştırmış mı oldu? Yoksa eğer tecavüze uğramamış olsalardı, bu durumda 25 Kasım için bir şey yapmaya gerek mi kalmayacaktı?

İşkencede tecavüz, çok çeşitli biçimlerde karşımıza çıkar. Erkekler de kadınlar da tecavüze uğrarlar. O koşullar altında, devrimci, direnişçi, vücuduna yapılmakta olanlara, “normal” zamanlardaki gibi yaklaşmamayı başarmaya çalışır. 12 Eylül’de kafasına çivi çakılmış yoldaşlarımız oldu. Bu, onların vücuduna tecavüzdür. Cop sokma, 12 Eylül’ün en yaygın işkence biçimlerinden biri idi. Elektrik ve cinsel organa verilen elektrik, doğrusu, toplumsal kabuller açısından farklılık gösterir, yoksa fizikî açıdan büyük farklılıklar yaratmaz. Tüm bu işkenceler, boyun eğdirme, aşağılama, direnci kırmak içindir. Bu işkence psikolojik olduğunda ve hatta hiçbir fizikî yönü ortaya çıkmamış olduğunda bile bu amaca dönüktür. Ve yazık ki bu işkenceciler arasında kadın “görevliler” de vardır.

Bize göre devrimci Mirabel kardeşler, kadın haklarının da savunucularıdır. Onların farkı, kendi mücadelelerini, sadece kadın haklarını savunmakla sınırlandırmamış olmalarıdır. Burada da bir ertelemecilik görmek mümkün değildir.

Evet biz çözümü, emek eksenli bir mücadelede görürüz. Kapitalizme karşı mücadele, tüm sınıflı toplumlara karşı mücadeledir ve kapitalist sistemin, binlerce yıllık sınıflı toplum tarihinin zirvesi, aynı anlama gelmek üzere de sonu olduğunu düşünürüz. Biz, köktenciyiz. Ama bu bizim günlük mücadele yürütmeyeceğimiz anlamına gelmiyor, tarihte de hiç öyle olmadı. Biz işçilerin 8 saatlik işgünü için yürüttüğü mücadeleyi, bu işçilerin içinde anarşistlerin var olması nedeni ile, kendi mücadelemizin dışında asla görmeyiz. Tersine, bu mücadeleci karakteri ile anarşizmi kendimize yakın buluruz. Toplumsal mücadele, bizim tekelimizde değildir.

Sınıf mücadelesini biz yaratmadık. Biz Marksistlerden önce de sınıflar ve onlar arasındaki mücadele vardı. Biz sadece bu mücadelenin insanın gerçek tarihini başlatacak olan komünizme evrilmesi için mücadele ederiz. Sosyalizm, kapitalizmden komünizme geçiş sürecidir. Bu süreç, sadece özel mülkiyetin son bulması demek değildir. Bununla başlar ve devlet denilen makinanın sönümlenmesi ile son bulur. Bu uzun mücadele sürecinde, sosyalizm koşullarında, kapitalizm ve sınıflı toplumlardan gelen tüm kalıntıları temizlemek için proletaryanın devletine ihtiyaç vardır.

Peki, sosyalizm, kadına ilişkin tüm sorunları çözmekte yetenekli midir? Elbette, ama bir anda değil. Dahası, sosyalizm, eğer tüm dünyaya yayılmamış ise, kapitalist sistem tüm dünyada yenilmemiş ise, sosyalizmin yaşayabileceği ya da ne kadar yaşayabileceği de tartışma konusudur. Sovyet deneyimi, ki tüm eksikleri ile insanlığın, işçi sınıfının, bizim deneyimimizdir, birçok sorunu çözememiştir. Onun için daha iyisini yaratmak mümkündür diyoruz.

“Çünkü 25 Kasımlarda sokağa çıkan kadınlar biliyoruz ki bizi ölümden kurtarıp kurtarmayacağından emin olmadığımız sosyalizmi beklememiz mümkün değil.” (Hülya Osmanağaoğlu, aynı makale). Doğrusu kadınların da, işçilerin de, öğrencilerin de ölümden kurtulup kurtulamayacağını biz de bilemiyoruz. Sovyetler, İkinci Dünya Savaşı denilen emperyalist saldırıda milyonlarca kadın ve erkek devrimcinin hayatına mal olmuş bir savaşı yaşamıştır. Belki de bizim sosyalist devrimimiz, böylesi bir saldırı karşısında o kadar da dayanıklı olamayacaktır. Bu, ihtimal dahilindedir. Ama eminiz ki, dünyada emperyalist egemenlik, kapitalist sistem yerle bir edildiğinde, erkek şiddeti ile hiçbir kadın ölmeyecektir. Çünkü bizzat bu devrim kadın ve erkek ilişkilerini değiştirmekte, kurulu sistemin kabullerini yıkıp geçmektedir.

Sosyalizm beklenmez. Otobüs değildir. Sosyalizm için, devrim için savaşılır, mücadele edilir. Sosyalizm, bizzat sizin de içinde olduğunuz bir mücadele ile örülür, örgütlenir. Bu nedenle tüm kadınları, tüm erkekleri bu mücadeleye davet ediyoruz. Bu bizim mücadelemiz olduğu için, biz ev sahibi olduğumuz için değil. Burada, bu mücadelede ev sahibi yok. Bu sizin de mücadeleniz olduğu için, bu insanlığın mücadelesi olduğu için. Kapitalizme, insanın insana kulluğunun her biçimine karşı mücadele etmeye niyetli hiç kimse, kendini burada misafir gibi hissetmez.

“Burjuva olsa da kadınlar kardeşimiz, işçi de olsa erkekler düşmanımız” tutumunun, görünen ile yetinen bir tutum olduğunu düşünüyorum. Görüntüye göre, kadına karşı şiddet “erkek” eli mahsulüdür. Bu karşımıza böyle çıkar. Ama bu “erkek” şiddeti, ardında sınıflı toplumların uzun tarihini, devlet denilen sınıf egemenliğini gizlemektedir. Nasıl ki eğitim sorununu sınıfsal bir sorun olarak ele almadığımızda gerçeği görmemiş oluruz, nasıl ki doğa katliamlarını kapitalist mülkiyet ilişkileri ve sömürüden ayırdığımızda gerçeği görmemiş oluruz, benzer biçimde de kadın sorununu mülkiyet ilişkilerinden bağımsız ele aldığımızda gerçeği görmemiş oluruz.

Devrim ve sosyalizm mücadelesi, bizzat bu mücadeleyi yürütenlerin bir iç mücadelesidir de. Devrimci, bizzat bu mücadele içinde, kendini yeniler, kapitalist toplumun ve burjuva ideolojisinin etkilerine karşı kendi içinde bir mücadele yürütür. Her insan, kapitalizmde, o toplumun etkisi altında, ama o etkileri aşmak üzere mücadeleye atılır. Önce temizlenir ve öyle mücadeleye atılmaz. Böylesi bir temizlenmeyi, arınmayı, ancak mücadelenin kendisi sağlar.

Evet biz, 12 Eylül’de yenildik. Bu bir sır değil. Bu yenilgi nedeni ile devrim, bir hayli “uzak” hâle geldi. SSCB’nin çözülmesi bu “uzak”lığı daha da artırdı, yenilgiyi hem ağırlaştırdı, hem de dünyanın her alanına yaydı. Ve bu sürecin kendisi, kadın hakları da dahil, pek çok kazanılmış hakkı paramparça etti. İşçilerin günlük yaşamlarını çok daha çekilmez hâle getirdi. Umutsuzluğu artırdı. Uluslararası tekeller, burjuvalar, bu yenilgi üzerine sevinçle “tarihin sonu”nu ilan ettiler. Ve bize hep birlikte, “işçi sınıfının” bittiğini “müjde”lediler. Bir yandan bu “engelsiz” dünyada daha büyük bir saldırganlıkla sömürüyü artırırlarken, yağma ve talanı geliştirirlerken, öte yandan kanlarını emdikleri işçi sınıfının “bittiğini” vaaz ettiler. Bugün hâlâ birçok kadın ve erkek için sosyalizm, oldukça “uzak”tır. Burjuvazinin ideolojik saldırısının da hedefi budur. Bu koşullarda yapılabilir gibi gözükeni istemek, mesela daha iyi bir ücret, mesela kadın hakları, mesela insan hakları vb. birçok insan için anlamlı bir seçenek olmuştur. Ama çözümün burada olmadığı, bugün, görmek isteyen gözler için daha görünürdür. Kapitalizm, midesi oldukça geniş bir sistemdir ve sistemi doğrudan hedef almayan hareketleri sindirme yeteneğine sahiptir. Tüm toplumsal mücadele, kapitalizme karşı mücadele ile birleştiği ölçüde, hedeflerine ulaşma olanağına sahiptir. Erkek şiddetinin, devlet ve sistem ile bağı açık ise, kadın mücadelesi, elbette emek mücadelesi temeline oturarak başarıya ulaşabilir. Kadın mücadelesi, emekçi kadınların örgütlenmesi ile doğru bir temele oturabilir. Bu, bu mücadeleye, işçi sınıfından gelmeyen kadınların katılamayacağı ya da katılmaması gerektiği anlamına asla gelmez. Biz, devrimci mücadelenin işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesi olduğunu söylerken de, bu mücadeleye, toplumun işçi olmayan kesimlerinden katılımlarını görmezden gelmeyiz. Biliyoruz ki, nasıl yaşıyorsan öyle düşünürsün, işte bu nedenle devrimciyim diyenin devrim için mücadele etmesi gerektiğini söyleriz.

3- Ya sosyalizm ya ölüm.

Üzerinde oldukça çok tartışılan konulardan biri bu slogandır.

Bu sloganın, 25 Kasım eyleminde bağlamından kopuk olduğu eleştirisine yukarıda değinmiştik. İzninizle buraya bir kere daha dönmek istemiyorum. Kadınların öldürüldüğü bir ortamda, içinde ölüm geçen bir seçenekli slogan diye ele almak, olukça yavandır. Kapitalist toplum, sınıflı toplumların tüm birikimini bağrında toplamış son sınıflı toplumdur ve insanlığa her açıdan “ölüm” dışında bir seçenek sunmamaktadır. Eğer ölüm diye bir seçenek varsa, bunu sunan biz değiliz, biz olsa olsa sosyalizm için mücadele seçeneğini sunmuş oluruz.

Spartakist hareketin temsilcilerinden Rosa Luksemburg, “ya sosyalizm ya barbarlık” dediğinde, tarihsel olarak kapitalist sistemin varlığını sürdürmesinin sonucunu ortaya koyuyordu. Eğer işçi sınıfı sosyalist devrimi gerçekleştiremezse, insanlığın sonunun barbarlık olacağını anlattığı kadar, aslında kapitalist sistemin barbarlık ile bir anlamda eş olduğunu anlatmış oluyordu.

Biz Kaldıraç Hareketi olarak bu sloganı, yani “ya sosyalizm ya ölüm” sloganını, Fidel Castro’nun kullanımından aldık.

“Ya sosyalizm ya ölüm”, hem sosyalizm için savaşmayı anlatıyor, hem de günümüz kapitalist dünyasında, sistemin “ölüm” dışında bir şey üretemediğini.

Modern devlet, bizim isimlendirmemizle Tekelci Polis Devleti, faşizmin tüm mekanizmalarını içselleştirmiş, dünya işçi sınıfına karşı özel bir savaş makinası hâline gelmiş bir devlettir. Tam bir iç savaş örgütü olarak, kapitalist devletin tüm tarihsel birikimini içselleştirmiştir. Ekim Devrimi’nden başlayarak, kapitalist devletin, siz isterseniz burjuva demokrasisinin diyebilirsiniz, tam bir karşı-devrim örgütüne dönüştüğünü hep birlikte izledik, izliyoruz. Bu, ilk olarak faşist devlet biçiminde ortaya çıktı. Faşist devlet, İkinci Dünya Savaşı sonucunda yenilen emperyalist kampta, kendini yeni sürece adapte ederken, “demokrasi” parlatması ile yeniden örgütlendi. Bu örgütlenme, aslında faşist devlet makinasının üzerine, kabaca söylersek bir kadife örtü örttü. Anti-komünizm ve demokrasi üzerine kurulu yeni karşı-devrim saldırısı ile, sosyalizme ve sosyalist mücadeleye karşı “etkili” bir makinaya dönüştü.

Bu, sistemin ömrünü uzattı. Çoktan çürümüş, Ekim Devrimi ile yenilmiş kapitalist dünya, “teslim” olmadı. Hani bir kere yenilince, bize artık sosyalizm mücadelesinden vazgeçin diyenlere, işçi sınıfının tarihsel rolü sona erdi diyenlere bir hatırlatma olabilir belki. Onlar, burjuvalar, yenilince “kapitalizm çağını, ömrünü doldurdu” diye teslim olmadılar. Tersine, sistemi ayakta tutmak için, öznel müdahaleyi daha da artırdılar. Bu öznel müdahale, siyasal, ekonomik, ideolojik alanda, en yetkin burjuva örgüt olan devlet eli ile yürütüldü, yürütülüyor.

Kapitalizm, çoktan ömrünü doldurmuş, bu yollarla ayakta tutulan, artık bir ucubeye dönüşmüş bir varlık, bir canavar hâline geldi. Bugün tüm insanlığı tehdit eder noktadadır. Gezegenimizin varlığını tehdit etmektedir.

Kapitalizm, hayatın her alanında, sadece ölüm üreterek hayatta kalmaktadır. Bu, hayatın her alanı için böyledir.

Barbarlık, eğer sadece üretim araçlarının gelişmişliği sorunu olarak ele alınmazsa, insanın insan olmaktan çıkması olarak da ele alınabilirse, bugün, modern barbarlığın içinde yaşadığımızı söylemek mümkündür. Bir yandan son derece gelişmiş üretim araçları var iken, diğer yandan insanlığın barbarlık dönemini aratacak biçimde vahşet, kapitalist sisteme, modern kapitalizme aittir. Gelişmiş üretim araçları, normal koşullarda, son derece az çalışma ile, insanoğlunun tüm yeryüzündeki ihtiyaçlarını karşılamayı olanaklı kılabilmekte iken, tekelci özel mülkiyet, kapitalist özel mülkiyetin bugünkü hâli, insanoğlunun tüm özgürlüğünü elinden almaktadır. Kapitalist özel mülkiyet ve onun örgütlü şiddeti, insana “özel” diye hiçbir alan bırakmaz hâle gelmiştir. Sokaklarımız, evlerimiz, yatak odalarımız gözetlenmektedir. Biri Bizi Gözetliyor evleri, artık her sıradan evin hâlini anlatır durumdadır. İnsanı tüketim nesnesi, tüketici hâline getiren bir sistem, insanın tüm benliğini yok etmekte, modern kölelik sistemi oluşturma uygulamaları sınır tanımamaktadır. Buna “demokrasi” demek, bize gülünç gelmektedir. Burjuva demokrasisi derseniz, işin özünü ifade etmesi açısından bir itirazımız olmaz. Bu koşullarda insan hakları ve Batı değerleri sözleri, belki bir nostalji olarak, gerçekliğin dışında bir değer ifade edebilir. Mevcut teknolojik düzey, devasa bir emek alanı olan ev işlerini tümden değiştirebilecekken, dünya, köleci döneme özgü ev hizmetlileri uygulamalarının örnekleri ile dolmaktadır. Ne kadar çok ise o kadar azdır ilkesine uygun olarak burjuvaların açgözlülüğü, milyarlarca işçi, emekçi kadın ve erkek için cehennem hâline getirilmiş bir dünyanın varlığının üzerinde yükselmektedir.

Ve bize işçi sınıfı bitti masalları anlatılmakta, “elveda proletarya” şarkıları mırıldanmaktadır.

İşte “ya sosyalizm ya ölüm”, bu koşullarda, sosyalizm için mücadelenin zorunlu ve tek seçenek hâline geldiğini göstermektedir.

Sosyalizm, sadece işçi sınıfı için zorunlu ve gerekli değildir, tüm insanlık için zorunlu ve gereklidir.

Birçok açıdan Rosa’nın söylediği “barbarlık”, bugün içinde yaşadığımız sistemin gerçeğidir. Elbette modern barbarlık olarak.