1970 DARBESİ: DÜZENİN STABİLİZE EDİLMESİ

Devlet, kısa dönemde, özellikle sınıf savaşımının devleti, egemen sınıfları tehdit etmediği zamanlarda kapitalistler arasında kârın dağıtımında önemli rol oynar. Burada zaman zaman az sayıda burjuva kesime, sermayenin çok küçük bir kesimine çalışıyor olarak görülebilir. Ancak bu durum, devletin asıl görevinin egemen sınıfın bir katmanını korumak değil, bir bütün olarak sistemin devamını sağlamak olduğunu unutturmamalı. Barış dönemlerinde egemen sınıf içinde çeşitli güçler arasında çıkar mücadelesi, gerçekte, devletin işçi ve emekçilerin üzerinde bir diktatörlük olduğunu unutturmamalı. Devlet sınıf savaşımının ve sınıf varlığının itirafı olmakla kalmaz, o aynı zamanda egemen sınıfın bu sınıf savaşımındaki örgütü, aygıtıdır.
Bu yönüyle devlet sürekli sınıf savaşımının ulusal ve uluslararası gelişimiyle de ilişkili olarak, kendini “mükemmelleştirir”. Mükemmelleştirmeyi, bilerek kullanıyoruz, bir anlamda sona gelmesidir de. Devletin mükemmelleşmesi, kuşku yok ki sadece “baskı aygıtlarının” gelişmesi değildir. Bir bütün olarak, toplumun damarlarını denetim altında tutabilmesidir, halkı bastırması, egemen sınıfın çıkarlarını halka kabul ettirmesi, kapitalizmde bu çıkarları “ulusal çıkar” adı altında tüm topluma kabul ettirmesidir.
Burjuva devlet ne kadar güçlü olursa olsun, yaşam her zaman istendiği gibi gitmez ve herhangi bir yolla, bazen sadece geçici bir dönem için bazen daha ciddi olarak daha uzun bir dönem için toplumu denetleme gücünü kaybeder, elinde tutamaz hale gelebilir. Bu koşullar kuşkusuz kriz koşullarıdır. Devletin bu denetimi ciddi biçimde elinden kaçırmaya başlamasında ciddiliğin ölçütü, devleti yıkacak güçlerin örgütlülüğüne bağlıdır. Yoksa son derece ciddi bunalımlar, devletin yıkılması ile sonuçlanmayabilir ve daha az derin bunalımlar, eğer devleti yıkacak örgütlü güç var ise, burjuva egemenliğin parçalanması ile sonuçlanabilir.
1960 sonrası yükselen sınıf mücadelesi 1970’li yıllara girerken burjuvazinin bazı önlemler almasını da dayatmıştı.
1968 ve sonrasında giderek yükselen anti-emperyalist, demokratik karakterli gençlik hareketi, giderek devrimci bir yönelim içine girdi. Giderek iktidar hedefini öne çıkartan eylemler ve işçi hareketinin 15-16 Haziran 1970’teki sokağa dökülüşü, toplumsal muhalefetin ciddi boyutlara ulaştığının göstergesidir. 15-16 Haziran’da işçileri durdurmaya DİSK dâhil hiçbir sendikanın gücü yetmemiştir. Örgütsüz ama öfkeli işçi sınıfı kendiliğinden olsa da sokağa dökülüşü ile dikkatleri üzerine çekti. Bu olay, öfkenin bilinçle birlikteliğinin eksikliğini, devrimci hareketin işçi sınıfı ile birlikteliğinin eksikliğini göstermiştir. Buna rağmen 15-16 Haziran’ın burjuvaziye saldığı korku, dönemin yetkili ağızlarından şöyle dile getirilmiştir: “Toplumsal bilinç ekonomik gelişmeyi aşmıştır.” 15-16 Haziran için bu yorum, tamı tamına yerindedir. Düşman ağzından ama son derece gerçekçidir.
Burjuvazi için tehlikeli olan şey, radikal mücadele anlayışı ile işçi hareketinin devrimci bir rotada birleşmesidir. 15-16 Haziran’da toplumsal muhalefet iktidarı almaktan uzaktı. Ancak sınıf mücadelesinde karşı hamleler her zaman son anda yapılmaz. Burjuva devleti, ciddileşen duruma uygun önlemleri alma yeteneğinde olduğunu göstermiştir.
Sistemi stabilize etmek amacıyla (1980’e göre sınırlı amaçtır) ordu müdahalesi gerçekleştirilmiştir. Ordunun “sınıflar üstü”, “vatanın savunucusu” olduğunu işleyen resmî ideolojinin etkisi bu inancın sol çevrelerce de beslenmesi, burjuvazinin başlıca avantajlarıydı. Stabilizasyonun bu yolla yapılmasının en önemli nedeni budur.
Türkiye de dâhil sömürge ülkelerde II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan darbeler, sadece bir ülkenin iç koşullarına bağlı amaçlar gütmekle sınırlı değildir. ABD tarafından organize edilen darbeler, aynı zamanda bazı bölgesel ve uluslararası hedefler de gütmektedir. 1960 Darbesi’nde, ABD, ordu içinde tam olarak yerleşmeyi başarmıştır. 1971 Darbesi, Ortadoğu’da, ABD-İsrail ve Türkiye ittifakı için son derece verimli sonuçlar doğurmuştur.
12 Mart, öncelikle gençlik önderi devrimcilere ve işçi sınıfına saldırdı. 1971 Darbesi ile devlet terörü çok açık çıplak gözle görüldü. 12 Mart’a gösterilen devrimci direnç, yaygınlaşmasa da, 12 Mart’ın kısa sürede yıpranmasının temelini hazırladı. İdamlar ve ölüme gülümseyerek giden devrimciler halkın 12 Mart’ın içyüzünü anlamasını hızlandırmıştır. Böylece Türkiyeli devrimciler ölürken de öğretmişlerdir.
Bir yandan 12 Mart’ın amaçlarının sınırlı oluşu, diğer yandan yaygın olmasa da devrimci yöntemlerle yürütülen savaşım 12 Mart’ın ömrünün kısa olmasının nedenleridir.
12 Mart, 1960 sonrası yükselen sınıf savaşımının gelişen eğrisini tersine çevirmeyi denemiştir. Bu sadece Türkiye’de değil, bölgede de bir geri çevrilmenin ilk adımlarındandır. Ancak 1975-1980 arası göstermiştir ki, devrimcilere sıkılan her kurşun, akan her damla kan daha gür bir gelişmenin tohumu, gübresi, suyu olmuştur. 12 Mart, devrimci hareketi moral olarak çökertememiştir. Kanımızca 1980 sonrası ile karşılaştırıldığında bu moral etkinin önemi çok daha iyi anlaşılır. Çünkü 1980 sonrası, moral anlamda, ideolojik anlamda bir çöküş yaşanmıştır.

Köylülüğün Ayrışması
Türkiye’deki köylülük sorunu devrimcilerin ciddi biçimde ilgi odağına oturmuştur. Özellikle 1960’lardan sonra hızlanan köylülüğün ayrışımı ve kentleşme toplumda nesnel bir hareketlilik yaratmıştır. 1968-1971 döneminde devrimci hareket, toplumsal hareketlilik (devrimci hareketlilik değil) içindeki bu kesime teori-strateji düzeyinde özel bir önem verdi. Bugün bu denli bir önemi “kalmadığı” fark edilse de, geçmişten gelen eğilim ve bakışla köylülük sorunu beyinlerin arka tarafında durmaktadır. 1970 ve 1980’li yıllar boyunca zaman zaman, kendiliğinden ve inişli çıkışlı gelişimi ile işçi hareketi toplumsal mücadeledeki nesnel yerini göstermiştir. Yine de hem devrimin niteliği hem de ittifaklar politikası ve gerilla savaşının yürütülüş biçimi açısından köylülük sorunu tartışılacaktır.
Bu nedenle konuyu ana hatlarıyla ortaya koymak, köylülükteki kapitalist gelişmeye bağlı farklılaşmayı netleştirmek gerekir.
Konuya girmeden öne yöntem açısından önemli birkaç noktanın üzerinde durulmalıdır.
Birincisi, köylülük bir (bütünsel) sınıf olarak feodalizmin sınıfıdır. Bu nedenle yarı-feodal tanımlamaları feodal ilişkilerin varlığına ve bunun ispatlanmasına dayanmaktadır.
İkincisi, tarımda kapitalist gelişim burjuva devriminin izlediği yol ile yakından ilgilidir. Devrimin radikal bir biçimde toprak ve tarım sorununu çözdüğü ülkelerde tarımda kapitalist ilişkiler hızla gelişir. Oysa Prusya tipi gelişim diye adlandırılan ve burjuvazinin, burjuva devrimin feodal ilişkileri radikal bir biçimde tasfiye etmemesini ifade eden tedricî gelişimde, tarımda feodal ilişkilerin kapitalist ilişkilere dönüşüm yoluyla tasfiyesi gerçekleşir. Bu iki gelişim yolunda ikincisi ülkemizde gelişmeye uygundur. Burjuva devrim feodal soylulukla uzlaşmaya dayandığından, köhnemiş bu ilişkilerin süreç içinde yavaş yavaş çözülmesi gerçekleştirilmiştir. Bu nedenle en başından “aşar”ı kaldıran TC devleti, onun yerine toprağın verimine göre vergilendiren ve bu yolla kapitalistleşmeyi, tarıma modern araçların girişini teşvik eden bir yol izleyememiştir. Bunun yerine 1950’lere kadar tüccar ve tefeci kesimleri, 1950’den sonra da tarımın çözülmesini teşvik etmiştir.
Bu tedricî gelişimden en büyük zararı işçi sınıfının çektiğine ilişkin Lenin’in tespiti bizim için de geçerlidir. Türkiye sol hareketine radikalizmi, devrimciliği taşıyan Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkayaların köylülüğü temel alan stratejileri bu zararlı etkinin siyasal ifadesi değil midir? Elbette işçi sınıfının “zararı” sadece bununla ilgili değildir. Tarımın süreç içinde çözülmesi ekonomik, psikolojik, politik yönden sanayi burjuvazisini rahatlatmıştır; sınıf savaşımının keskinleşmesini önleyici etki yapmıştır. Sanayide düşük ücretin kaynağı, bu tedricî çözülmedir. Köyden yiyecek takviyesi, asgarî ücretin düşük olmasının olanağını sunmaktadır. İşçi sınıfının daha kavgacı ve radikal mücadelesini önleyici bir süreçtir bu.
Tarımda bu tedricî dönüşüm gelişimin her aşamasında, yakın geçmişteki her on yılda, feodal kalıntılar için “kanıt” bulunmasını olanaklı kılmıştır. Öyle ki tartışma nitelik üzerine değil, nicelik üzerine yükselmiştir. Bir bütün olarak tarımda ve Türkiye kapitalizminde egemen olanın ne olduğu bir yana itilmiş, gelişimin yönü arka plana atılmıştır. Böyle olunca birkaç örnek “kendi görüşünün doğruluğunu ispatlamaya” yetmiştir.
Üçüncüsü Türkiye solunda “kır” sorunu her zaman Kürdistan ile eşanlamlı kullanılmıştır. Kırlar denilince Kürdistan düşünülmüştür. Bu elbette Misak-ı Milli sınırları dışında hareket edememe yeteneksizliğinin bir göstergesi, burjuvazinin ideolojik çerçevesini kıramamanın bir göstergesidir.
Biz burada tarımın kapitalist mi, feodal mi, yarı-feodal mi olup olmadığını tartışmayacağız (bizce bu tartışılmayacak kadar açıktır, kapitalisttir). Ancak her yol ve araçla kendi kurgusunu gerçeklik sanma hastalığına bir kez daha değinmek gerekiyor. A. Can devrim konusunda sınıfların konumunu incelerken “sınıflara bölünmüş” olduğunu söylediği köylülüğün konumunu şöyle açıklamaktadır:
“Köylülüğe gelince; Türkiye’de köylülük köyde yaşıyor olmanın ötesinde hiçbir yekparelik taşımaz. Dolayısıyla bizim köylülük olarak adlandırdığımız, II. bölümde ayrıntılı olarak incelediğimiz gibi, bir hayli farklılaşmış ve sınıflara bölünmüş bir kitleden feodalizmin veya serflik düzeninin köylülüğünden bir hayli farklı olan bu kitle, genel demokratik istemler doğrultusunda, faşist rejime, emperyalist sömürüye ve toprak ağalarına karşı mücadele ettiği ölçüde ortak hedeflere sahiptir. Bu nedenle Türkiye ve Kürdistan’ın türdeş olmayan ve sınıflara bölünen burjuva ve yarı-feodal köylülüğü bir bütün olarak, yani bir sınıfmış gibi de ifade edilebilir.” (A. Can, Türkiye’nin Toplumsal Maddi Gerçeği ve Devrimci Strateji, Verso Yayınları, İstanbul 1991, s. 335.)
Hiç kimse bu kadar çelişkili ifadeyi, bir başka yerde bir arada bulamaz.
A. Can diyor ki:

  1. Köylülük bir hayli farklılaşmış, sınıflara bölünmüştür.
  2. Bu kitle demokratik istemler doğrultusunda (kimin hangi sınıfın demokratik istemleri, bu kitle içindeki burjuvaların, toprak ağalarının mı yoksa köylülerin mi?) faşist rejime, emperyalist sömürüye ve toprak ağalığına karşı mücadele ettiği ölçüde ortak hedeflere sahiptir. (Emperyalist sömürü ile anlatılmak istenilen nedir? Türkiye’de köylülerin emperyalist sömürüsünden mi yoksa ülkenin emperyalizme bağımlılığı nedeniyle rastgele bir söz olarak mı emperyalist sömürü sözcüğü kullanılıyor? Yoksa bu yolla Kürdistan’ın TC’nin sömürgesi olduğu mu söylenmek isteniyor?)
    Köyde yaşamak dışında hiçbir ortak yanı olmadığı belirtilen bu kitle içinde herhangi bir kesimin ortak hedeflerinden söz edilmiyor, “kitlenin” ortak hedeflerinden söz ediliyor. Bu klasik “ulusalcı”, “halkçı”, “popülist” söylemin kendisi değil midir?
  3. Türkiye ve Kürdistan’ın bu türdeş olmayan ve sınıflara bölünmüş burjuva ve yarı feodal köylülüğü bir bütün olarak bir sınıfmış gibi ele alınıyor. Herhâlde burada burjuva Türkiye, yarı feodal Kürdistan “köylülüğü” olmuş oluyor. Yine herhâlde bu burjuva ve yarı-feodal köylülüğün bir bütün olarak devrimimizde ortak rol oynayacağı düşünülmektedir:
    “Genel demokratik istemler doğrultusunda, faşist rejim, emperyalist sömürüye ve toprak ağalarına karşı mücadele ettiği ölçüde ortak hedeflere sahiptir.”
    A. Can, görüldüğü gibi konuyu içinden çıkılmaz hale getirmiştir.
    Öte yandan bir “sınıfmış gibi” ele alınarak bir “kitlenin” devrim karşısındaki yeri incelenmez. Ya bir sınıfın ya bir toplumsal grubun, katmanın yeri incelenir. “Gibi” vurgusu bir farklılığı ifade edebilir. Ama gibi vurgusu ile bir sosyal devrimin sınıfsal ittifakları analiz edilemez.
    Bir toplumsal grubun, katmanın yeri incelenirken ise “mücadele ettiği ölçüde” ifadesindeki gibi öznel değil, nesnel ölçüler kullanılır. Diğer vurgular günlük, anlık analizlerde yararlı olur. Yani sınıf ve katmanların devrim karşısındaki yeri ve tavrı onların niyet ve isteklerine bağlı değildir. Bu sınıf olgusunu, sınıfın nesnel yerini göz ardı eden bir bakıştır.
    Elbette A. Can bazı sorunları fark ediyor ve hemen ardından şöyle diyor:
    “Bu durumda ‘köylülük’ kavramının ‘çelişkili’ bir kavram olduğunu kabul etmiş oluyoruz. Fakat Lenin’in belirttiği gibi, bu çelişki gerçekte kavramda değil, hayatın kendisinde vardır.” (age. s. 335).
    Diyelim ki bu çelişki hayatın kendisinde var, o zaman neden ille de siz bu çelişki yokmuş gibi, “bütünsel bir sınıfmış gibi” yaklaşımlar getiriyorsunuz. Herhâlde özrü kabahatinden büyük olmak denilen şey bu olsa gerek.
    Elbette burada A. Can’ın kitabının eleştirisine yönelmeyi amaçlamıyoruz. Ancak köylülük sorununa böylesi yaklaşımların varlığı hâlâ sürmektedir. Bizce de önemli olan nokta burasıdır.
    Buradan, Türkiye tarımında kapitalist gelişimi incelemeye dönebiliriz. Bu konudaki çalışmaların nicelik olarak azımsanamayacak sayıda olduğunu söylemek mümkün ve son 20 yılda daha da fazlası yapılmıştır. Veri açısından da epeyce veri olduğu söylenebilir.
    Tarımda kapitalist gelişim incelenirken en çok toprak büyüklüğüne bakılmaktadır (Türkiye için yapılan araştırmalarda). Aynı biçimde traktör (makineleşme) ve gübre kullanımı verileri incelenmektedir. Elbette tüm bu veriler tarımdaki farklılaşmayı anlamamızda göstergelerdir. Ancak farklılaşma açısından bir diğer önemli gösterge olan “yabancı işgücü kullanımı” (aile işgücü dışındaki işgücü) konusunda veriler yeterli değildir. Yine de tüm veriler bize ortak bir fikir vermektedir. Bu konudaki istatistikler, ana çerçeveyi sunmaktadır.
    Bu nedenle biz toprak büyüklüğü, işletme büyüklüğü, traktör sayısı gibi faktörler açısından tarımdaki farklılaşmayı incelemekte yetineceğiz. Ayrıca tarımda kapitalist işletmelerin gelişimini inceleyeceğiz.
    Çalışmamızın yapıldığı dönemde (1986-1992 arası dönem) bu konudaki veriler, 1980 sayım sonuçlarına kadar uzanıyordu. Oysa sonrasında bu konuda epey çalışma yapılmıştır. Ziraat Mühendisleri Odası’ndan çıkan çalışmalara bakmak, bu süreci anlamak açısından faydalı olur.
    Tablo 5. 1963, 1970 ve 1980 Tarım Sayımlarında İşletmelerin İşletme Büyüklüğüne Göre Dağılımıİşletme büyüklüğü
    (dekar) 1963 1970 1980
    İşl. Sayısı % İşl. Sayısı % İşl. Sayısı %
    1-50 2.132.288 68,8 2.316.243 75,1 2.267.021 62,1
    51-100 561.732 18,1 452.000 14,7 738.376 20,2
    101-200 291.693 9,4 220.000 7,1 421.523 11,6
    201-500 99.785 3,2 78.492 2,6 194.551 5,3
    501-1000 11.029 0,4 12.810 0,4 26.407 0,7
    1001-+ 4.323 0,1 2.310 0,1 3.032 0,1
    TOPLAM 3.100.850 100,0 3.082.986 100,0 3.650.910 100,0

Kaynak: Bahattin Akşit, “Kırsal Dönüşüm ve Köy Araştırmaları: 1960-1980”, 11. Tez, S. 7, s. 23.
Tablo 6. 1963, 1970 ve 1980 Tarım Sayımlarında Alanın İşletme Büyüklüğüne Göre Dağılımıİşletme Büyüklüğü 1963 1970 1980
Tarım
Alanı % Tarım
Alanı % Tarım
Alanı %
1-50 40.793.860 24,4 41.311.080 29,6 45.555.896 20,0
50-100 39.953.170 23,9 32.328.750 23,1 48.392.133 21,2
101-200 39.730.730 23,7 30.428.580 21,8 54.244.977 23,8
201-500 28.421.270 17,0 19.911.590 14,3 52.006.884 22,9
501-1000 7.551.580 4,5 8.039.370 5,8 17.858.013 7,9
1001-+ 10.892.740 6,5 7.566.140 5,4 9.502.396 4,2
TOPLAM 167.343.350 100.0 139.585.520 100.0 237.640.289 100,0

Kaynak: age.
Tablo 5 gösteriyor ki, mesela 1963’te 1-50 hektar arasında toprağa sahip olan işletme sayısı, %68,8’den, 1980’de %62,1’e düşmüştür. Ama bu açıdan bakıldığında 51-100, 101-200, 201-500 ve 501-1000 hektar arasında toprağa sahip olan işletme sayısında artış olduğunu görürüz. Yine de bu bize tam bir bilgi vermez. Bu işletmelerin ne kadar toprağa sahip olduğu da önemlidir.
Yukarıdaki iki tablo köylülükte bir ayrışmanın, toprağın daha az elde toplanmasının (toplulaştırma) işaretidir. Tablolar açık; az sayıda elde toprağın toplanmasını göstermektedir. 1980 yılını temel alalım, bir önceki tabloda, işletmelerin %62,1’inin 1-50 hektar arasında toprağa sahip olduğunu görmüştük. Yukarıdaki tabloda ise, işletmelerin %62’den fazlasını oluşturan kesimin, elinde bulunan toprak miktarının toplam toprağın %20’sine denk geldiğini anlayabiliriz. 201 hektar ve üzerinde toprağa sahip olan işletme sayısı, işletmelerin %6,1’dir ve bunlar toplam toprağın %35’ine sahiptir. Bu aynı değerlendirmeyi, 1963 ve 1970 verileri için de yapabiliriz. Daha az sayıda işletme, daha büyük miktarda toprağa sahip olmaktadır. Eğilim budur. Burada köylülüğün tamamen topraksızlaşması gibi bir süreç işlemez. Zira büyük toprak işletmelerinin işgücü ihtiyaçları olduğu için, tarımda topraksızlaşma ya da tersinden yoğunlaşma, sanayideki gibi işlemez.
Bu toplulaşmanın bir diğer ucu da doğal olarak bazı kesimlerin topraksızlaşmasıdır. Topraksızlaşma iki noktada izlenebilir. Birincisi; köyden kente göç, ikincisi; tarım işçilerinin çoğalması. Bu her iki veri de, (toprak toplulaşmasmdan çok daha fazla) kapitalistleşmenin ve ayrışmanın göstergesidir.
Topraksızlaşan köylüler, şehirlere göç etmektedir. Bunu izlemek mümkündür.
Tablo 7. Türkiye’de Gecekondulaşma Tahmini Gecekondu
Sayısı Gecekondulu
Nüfus Kent
Nüfus oranı %
1960 240.000 1.200.000 16,4
1970 600.000 3.000.000 23,6
1980 950.000 4.750.000 23,4

Kaynak: R. Keleş “Nüfus Kentleşme Konut ve Konut Kooperatişeri” KentKoop Yay. Ankara, 1982.
Yukarıdaki sayılar şehre göçü büyük ölçüde tam yansıtmamaktadır. Ama 1960’ta başlayan süreç, 1980’lere gelindiğinde dörde katlanmıştır. Bu göçün kaynağı kuşkusuz tarımdır, köylerdir. Üstelik 1960’lı yıllar, aynı zamanda Almanya başta olmak üzere Avrupa’ya göçün de başlangıç dönemidir. Ve bu toplumsal açıdan çok büyük bir hareketliliktir.
Sadece Ankara’ya göçü anlamak için bazı veriler var. İstanbul için durumu varın siz düşünün.
Aynı oranlara ilişkin bir tahmin Ankara için şöyledir:
Tablo 8. Ankara’da Gecekondulaşma Tahmini Gecekondu
Sayısı Gecekondulu
Nüfus Kent
Nüfus oranı %
1960 70.000 364.000 56,0
1970 144.000 748.000 50,6
1980 275.000 1.450.000 72,4

Elbette göçe ilişkin veriler bunlarla sınırlı değildir. Ama pek çok veri de net, sağlıklı tutulmuş değildir. İstanbul ve İzmir başta olmak üzere göç alan diğer şehirlere ilişkin yeterli veri yoktur. Göç denilince, sadece iç göç değil, aynı zamanda 1960’larda başlayan; Almanya başta olmak üzere; dış göç de hesaba katılmalıdır. Yurtdışına işçi göçü de kırların çözülmesi ile yakından ilişkilidir.
Kapitalistleşme ve farklılaşma açısından bir başka gösterge çalışanların durumudur: DİE 1980 tarım sayımı sonuçlarına göre büyük ve küçük işletmelerde çalışanların durumları EK-1’deki çizelgede verilmiştir.
Tarımda topraksızlaşan tüm köylüler, kente göç etmezler. Bu kapitalist tarım işletmeciliği için de istenen bir durum değildir. Daha geniş araziye sahip olan kapitalist işletme, iflas bayrağını çeken bazı kesimleri, kendi tarlalarında istihdam etmek ister.
Önce, tarımda makineleşmeye bakalım. Makineleşme, küçük toprak sahiplerinin silinmesinde önemli unsurlardan biridir.
Tablo 9. Yıllara Göre Traktör Sayısının GelişimiTraktör Sayısı Adet
1940 1.065
1950 16.588
1960 42.136
1967 74.982
1981 458.714
1986 612.731

Traktör sayısındaki değişim, bize bir fikir vermektedir. Özellikle 1950’lerden başlayarak bu gelişim görülmektedir. Bu veriler, tarımda değişimin sadece köylülüğün çözülmesi şeklinde olmadığını, aynı zamanda tarımda kapitalistleşmenin arttığını da gösterir. Bu açıdan makine sayıları önemlidir.
Traktör dışındaki diğer araçlara da bakılabilir.
Tablo 10. Başlıca Tarım Alet ve Makinelerinin Sayısı Traktör Harman Mak. Biç.Döv. Atomizer M.pomp Selektör Mak.
1981 458.714 98.915 13.100 72.894 222.570 3.087
1983 513.516 115.222 13.615 79.534 243.104 3.415
1985 583.974 117.986 13.615 89.133 264.586 4.897
1986 612.731 126.577 11.547 9.541 275.352 2.851

Tüm bu veriler tarımda kapitalistleşmenin, çözülmenin göstergeleridir ve bu anlamda da yeterlidir.
Tarımda kapitalist gelişme üzerinde durulurken onun sanayinin gelişiminden farklılığını ortaya koymak gerekir. Sanayileşme küçük üreticileri mülksüzleştirirken, tarımda kapitalist ilişkilerin gelişimi bu mülksüzleştirmeyi bir noktaya kadar gerçekleştirmekte, mülksüzleştirme yoksul köylülüğün varlığını korumasını da gerektirmektedir. Tersi durumda mevsimlik işgücü talebini (büyük kapitalist tarım işletmelerinin ihtiyaç duyduğu) karşılamak güçleşecektir. Yani sanayideki toplulaşmadan, mülksüzleştirmeden farklı olarak, tarımda toplulaşma, mülksüzleştirme aynı zamanda yoksul köylülüğün varlığını sürdürmesi ile birlikte var olur. Bu tarımsal sanayinin gereklerindendir.
Hem göç, hem de makineleşme, bize ayrışma konusunda epey bilgi vermektedir.
“1950-1980 arasındaki köyden kente göçün çapı gerçekten büyüktür. Bu göç köylülüğün topraktan kopması ve tasfiyesi demektir. Fakat aynı zamanda bu göç, köylülüğün küçük meta üreticisi çiftçilere dönüşmesine katkıda bulunmuş ve böylece tamamen tasfiye olmasını önlemiş ve sürüp gitmesine yol açmıştır.” (Bahattin Akşit, age. s. 26).
“Göçün yol açtığı sonuçlarda olduğu gibi traktörleşme de köylülüğü iki farklı yönde etkilemiştir. Bir yandan bir kısım köylülüğün tasfiye olup ücretli işçileşmesine ve kente göçmesine yol açmış, öbür taraftan ürün artışını, ticarileşmeyi ve metalaşmayı olağanüstü canlandırarak köylülüğün diğer kısmının dinamik bir küçük meta üreticileri sınıfına dönüşmesine ve sürüp gitmesine yol açmıştır.” (Bahattin Akşit, age. s. 26).
Tarımda mülksüzleşmenin bu ikili yönü, birlikte ele alınmadığı sürece sağlıklı değerlendirmeler yapabilmek mümkün değildir. Farklılaşmayı göz önüne almadan da ittifak politikası, devrim içinde “köylülüğün” yerinden söz etmek, tartışmayı kaosa dönüştürmekten başka bir işe yaramayacaktır. Bu farklılaşma 1980 sonrasında, 1980’de de sürmüştür. Bir yandan giderek daha geniş kitleler mülksüzleşirken, diğer yandan büyük tarımsal işletmelerin yanı sıra orta köylülük yaşamaya devam edecektir. Dikkat edilmesi gereken “küçük” köylü kesimlerin niceliksel fazlalığından hareketle, tarımı, tekelci ilişkiler ağının dışında düşünmemektir.
Şimdi bu noktada tarımda büyük işletmelerin oluşumunu ve feodal ağanın kapitalist çiftçiye dönüşümünü inceleyelim. Tarımda başlıca iki biçimde büyük toprak sahibi oluşmuştur: Birincisi, makineleşme ve kapitalist ilişkilerin gelişimi ile birlikte orta çaplı köylü işletmelerinin büyük kapitalist işletmeye dönüşümüdür. İkincisi, modern teknoloji ve kapitalizmin ülke içinde egemenliğiyle zaten büyük toprak parçasına sahip olan feodal ağanın kapitalist toprak sahibine dönüşmesidir.
Elbette feodal toprak ağasının kapitaliste dönüşümü sadece kapitalist tarım işletmesi biçiminde gerçekleşmemiştir. Aynı zamanda bu “tarımsal birikimin” sanayiye aktarılmasını da gerçekleştirmiştir. Sabancı, Sapmaz, Has, Karamemet Aileleri böylesi örneklerdir (Konuyla ilgili olarak bakınız: M. Sönmez, “Türkiye’de Tarım ve Büyük Burjuva”, 11. Tez. Sayı: 7, s. 230-238).
Konuya ilişkin daha ayrıntılı bir inceleme bize tarımdaki gelişimin özellikleri konusunda ciddi bilgiler sunacaktır. Toprak temerküzünde ulaşım koşulları, tarımsal ürüne şehirden talebin varlığı ve gelişimi ile çeşitli fırsatlar etkili olmuştur.
”… bir takım uygun koşullar sonucu bir ya da birkaç ürünü başarılı biçimde pazarlar ve ürün değerinin bir bölümünü biriktirir. Muhtemelen köyü Adana veya Tarsus’a yakındır ve bu sayede meyve ve sebzelerini genişleyen kentsel nüfusa satabilir. Bir başka ihtimal, Mersin Adana demiryolunun köyüne yakın geçmesi ve bu yolla pamuğu pazarlayabilmesidir. Belki de uygun bir evlilik yapar ve sahip olduğu toprak miktarı artar. Sebebi ne olursa olsun, sonuç kapital birikimidir. Bir köylünün zenginliği arttıkça, genel olarak, kendisine topraklarının bir bölümünü ya da tümünü satmak isteyen ya da zorunda kalan insanlar bulur ve bu yolla işletmesini büyütür.” (Hiltner J, “Land Accumalation in the Turkish Çukurova” isimli çalışmadan aktaran A. Adnan Akçay, ‘Türkiye Tarımında Büyük Topraklı İşletmelerin Oluşum Süreçleri Üzerine Notlar’ 11. Tez, Sayı 7, s. 48).
Hinderink ve Kıray tarafından yapılan bir başka araştırma (1970) Çukurova bölgesinde 4 köyü incelemiştir.
“Bu köylerden Karacaören, incelemekte olduğumuz tipe uygun bir örnek sağlar gibidir. 1980’lerde göçebe Yörüklerin yerleştirilmesiyle kurulan Karacaören Köyü, eşit toprak dağılımının olduğu ve 1940’lara kadar asıl olarak geçimlik üretimin hâkim olduğu bir köydür. Araştırmanın yapıldığı 1960 sonlarında ise, köydeki 39 işletmeden 4’ü köyün 5.259 dönümlük arazisinin %40’ına sahiptir. Toprak dağılımındaki değişmenin nedeni, 1940 sonlarında yaygınlaşan ve daha fazla ürün veren yeni bir pamuk türü, makinalaşma ve köyü kente bağlayan her mevsimde işler bir yolun yapılmış olmasıdır. Tüm bunlar önemli bir sosyal farklılaşmaya yol açmış, köyde topraksız bir kesim oluşmaya başlamıştır. Köydeki en büyük toprak sahibi, 1940’ta 40 dönüm sahibiyken bugün 1.000 dönüme sahip olan, Kozan’a göçüp tüccarlık etmeye başlamış eski bir Karacaörenlidir.” (Aktaran, A. Akçay, age. s. 49)
A. Adnan Akçay’ın “Dönüşümsel Tip” dediği feodal ağalığın büyük kapitalist işletmeye dönüşmesi üzerine yaptığı belirlemeleri olduğu gibi aktarmak yeterli olacaktır.
“Bu durumda, makineleşme öncesinde toprağını çeşitli ortakçılık ilişkileriyle işleyen ağa, makineleşme sonrasında işletmesini ‘çevirir’ ve ücretli işçi kullanımıyla toprağı işlemeye başlar. Tarihsel özgüllüklerin yanı sıra, bu türün ayırt edici bir özelliği de işletme birimini çevirmeye başlayan ağanın, ekonomi dışı yöntemler de dâhil olmak üzere her tür mümkün aracı kullanmasıdır. Politik gücün yanı sıra, çevirme sürecinde, doğrudan şiddet kullanımı da çoğunluk devreye girer.” (A. Adnan Akçay, age. s. 51).
Burada dönüşümde temel belirleyici, modern üretim teknikleri olarak ele alınıyor. Bizce burada ülke genelinde kapitalist gelişim ve hükümet politikalarının önemi büyüktür. Ancak nihayet bu politikalar somutta dönüşümün sağlanmasında belli noktalarda öne çıkarlar. Makineleşme bu noktada belirleyicidir.
“Büyük toprak sahipleri için, kendi birikimleri ya da tarımsal banka kredilerini kullanarak traktör edinmek hiç de güç değildir.” (A. Adnan Akçay, age. s. 51).
Akçay bir başka noktaya da değiniyor:
“Yeterli tarımsal araca sahip olduktan sonra bu tür işletmeler önceden işlenmeyen toprakları, köyün ortak (hazine) arazilerini ve meraları da ekmeye başladılar. Bu tip dönüşüm, genelinde kapitalist gelişmenin daha belirgin olduğu Batı, Orta, Güney Anadolu’da makineleşmenin hemen ertesinde başladı. Öte yandan aynı dönüşüm Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da ancak 1960’larda ivme kazandı.” (A. Adnan Akçay, age. s. 52).
Akçay’ın konuya ilişkin sunduğu iki örneği biraz uzun da olsa aktarmayı uygun bulduk. Birinci örnek Yunusoğlu.
“Yunusoğlu’nda da genel durum budur ve Kurtuluş Savaşı ertesine kadar pek bir değişim olmaz. Savaş sonrasında ise iki tür ağa ortaya çıkar: Bunlardan geleneksel diyebileceğimiz ilki, toprağı eskisi gibi tasarruf eden aşiret reisleridir. Fakat artık toprak bir bütün olarak aşiretin değil, reis ve ailesinin denetimindedir. Yeni ortaya çıkan ağaların modern tipini ise, bölgeyi temsil eden parlamenterler ve diğer nüfuzlu kimseler oluşturur. Ovanın sakini ve Yunusoğlu’nun yer aldığı bölümünde, mümkün olan en büyük payı elde etmek için birbirleriyle kapışan dört kişi vardır. Taleplerini güçlendirmek amacıyla silahlı çeteler tutmaya başlamalarıyla, bu çelişki kimi zaman fizikî mücadeleye de dönüşür. Hem güç hem de legal yönden kendi aralarındaki sorunları hallettikten sonra, sıra (iktidar boşluğu sırasında) arazileri işgal etmiş olan köylülerle uğraşmaya gelir. Yeni ağalar, bunların ektikleri ürünün yarısı karşılığında ortakçı olarak kalmalarına izin verirler.”
“1920’deki olaylar toprağın hukukî yapısında bir değişime yol açmış, fakat toprak tasarruf biçimlerinde bir değişiklik getirmemiştir. Yine, önceden olduğu gibi ortakçılık temel emek denetim formudur. Genellikle toprak dışında hemen tüm girdilerin ortakçı tarafından karşılandığı sonuçta ürünün yarı yarıya bölüşüldüğü bu sistem pek değişime uğramaksızın 1940 sonlarına kadar gelinir. Bu yıllarda traktörün gelmesiyle birlikte toprak tasarruf formu üretim organizasyonunda köklü değişiklikler oluşur. ‘Mekanizasyonun sonucu olarak, öküz ve karasabanın yanı sıra, ortakçılık da kısa sürede neredeyse tamamen ortadan kaktı.’ Ağalar traktör edindikten sonra, ortakçılara toprak vermeyi durdurmuş ücretli işçi istihdam ederek toprakları kendileri ekmeye başlamışlardır.” (A. Adnan Akçay, age. s. 53).
Uzun süredir bir köyün bir kişiye ait olmasının yarı-feodal ilişkinin kanıtı sayılması, Sinan örneğinin iyice izlenmesini gerektirir.
“Sinan, araştırma yaptığımız 1981 yılında yaklaşık 105 hanede 1.000 dolayında nüfusu barındıran bir köy, 30.000 dönüm olan ekilebilir arazinin tümü tek bir ailenin mülkiyetinde veya denetiminde. Bir bölümünün geleneksel bir ortakçılık anlaşmasıyla küçük toprak parçalarını tasarruf edebildiği köylülerin tümü topraksız. 1950 sonlarından itibaren mekanize tarıma başlandığı köyde, tümü toprakların sahibine ait 13 traktör, iki biçerdöver ve diğer tarımsal araç ve gereçler mevcut. Başta buğday olmak üzere, köyde arpa, tütün, karpuz, susam ve mercimek tarımı yapılıyor.” (age. s. 53-54).
Tarihsel gelişim ise şöyle:
‘Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ve özellikle 1926’da toprakta özel mülkiyetin kabulüyle birlikte aşiret reisi toprak ağası, aşiret üyeleri de yarı-serf ortakçılar haline gelir. Köydeki yaşlıların da gayet iyi hatırladıkları gibi, 1920-1950 yılları arasında topraklar ortakçılık anlaşmasıyla işlenir. Köydeki her hanenin hemen hemen eşit oranda (50-70) dönüm toprağı tasarruf ettiği bu dönemde ağa ve ortakçılar arasında göreli bir denge söz konusudur. Çift hayvanları ve karasabanla üretim yapılan makineleşme öncesi dönemde kıt olan üretim faktörü toprak değil, emek olduğu için, ağa denetleyebildiği hane sayısında oldukça hassastır… Ortakçılıkta işlenenlerin yanı sıra, köy toprağının bir bölümü malikâne toprağı olarak ayrılmıştır ve bütünüyle ağanın tasarrufundaki bu topraklar bir tür angarya emeği (corvee labour) ile işlenir. ‘Sukhra’ tabir edilen ve tümüyle karşılıksız olan bu angaryaya bütün köy halkı katılmak zorundadır. Katılmayanlar cezalandırılır ya da köyü terke zorlanır. Özellikle pamuk toplama mevsiminde kadın ve çocuklar dâhil tüm köylüler kendi ürünlerinin tehlikeye düşmesi pahasına ağa pamuğunu hasat ederler. Yılda yaklaşık 30 gün süren bu zorunlu emek, 1960 başlarında ‘köylülerin uyanması ve hükümetin karşı durması’ sonucu kaldırılır… Köye 1955 yılında giren ilk traktör Marshall Yardımı Programı çerçevesinde gelen bir Masey Harris’tir. Ağa, 1955-1965 yılları arasında kendi birikimi ve banka kredisi yardımıyla iki traktör daha edinir. Öküzlerin çektiği karasabanın yerini tümüyle traktöre bırakması, 7 traktörün daha alındığı 1965-68 yıllarına rastlar… Yeterli tarımsal araca sahip olup geleneksel ortakçılara gereksinimi kalmayan eski ağa, yeni kapitalist işletmeci, mülkünü tüm köy arazisini içerecek bir çiftliğe dönüştürme çabasına girişir. Bunu elde etmenin temel mekanizması, evlilik yoluyla kurulan yeni hanelere toprak vermemektedir. Böylece evli çift, kocanın babası tarafından tasarruf edilen toprağa ortak olmak zorunda kalır (yani bir haneyi besleyen toprak artık iki haneyi besleyecektir). Politik baskı ve doğrudan şiddet kullanımı yoluyla geleneksel ortakçıların köyü terk etmeleri yolunda uygulanan baskılar sonucu da sürekli ve geçici göç başlar… Bir başka deyişle, artan makineleşme ve ticarileşme, ortakçılık anlaşmalarında hem niceliksel hem de niteliksel değişiklikler getirir. Ortakçılığın marjinalleşmesi diyebileceğimiz bu süreçte, ortakçılara verilen toprakların hem miktarı, hem de kalitesi düşürülür; köylüler ve ağa arasında giderek artan çelişkiden ötürü kimi haneler köyden kovulur… Ortakçılara verilen toprak miktarının azaltılmasının yanı sıra, önceden ekilemeyen alanların tarıma açılması ve köy merasının sürülmesi, ‘çevirme’ sürecinin diğer boyutlarıdır. Meraların sürülmesi, hayvanların yalnızca nadas arazisinde otlatılabilmesi ve dolayısıyla da küçük üreticiler için başka bir açmaz demektir.” (A. Adnan Akçay, s. 54-56).
Şimdi tüm bu anlatılanlardan sonra bir bütün olarak köylülükten, özünde köylü devrimi olan demokratik halk devriminden söz etmek, köylülüğün önümüzdeki devrimde “bütünsel bir sınıfmış gibi (elbette bazıları “bütünsel bir sınıfmış gibi” biçiminde bir açıklıkla -ki onlar buna saflık diyebilir- köylülüğün devrimdeki yerini dile getirmeyi sevmiyorlar ve daha anlaşılmaz yolları seçmek veya sorunun üstünden atlamak ihtiyacını duyuyorlar) davranmasını beklemek mümkün müdür? (Köylülüğün ayrışmasına ilişkin bakınız EK-II, Tarımsal İşletmelerde Tabakalaşmalar 1980). Hangi adla olursa olsun demokratik halk devriminden söz edildi mi içinden çıkılamaz bir kaos oluşuyor ve köylülüğün hangi kesimi ile ittifak kurulacağı es geçiliyor. Oysa iyice bakılırsa yoksul köylülük (ki bunlar yarı-proleterdir) köylülüğün en kalabalık tabakasının oluşturmaktadır. Ekilebilir alanın sınırına yaklaşıldığı (1950’de 8.868 bin hektar alan, 1960’da 15.305 bin hektar alan, 1970’te 15.591 bin hektar alan, 1980’de 16.372 bin hektar alan, 1987’de 18.781 bin hektar alan ekilmiştir) düşünülürse bu kesimlerin her geçen gün çoğalacağı da açıktır (Ayrıca bakınız EK-I, 1980 Genel Tarım Sayımı Verileri).
Elbette görmek istemeyen gözden daha körü yoktur.
Önümüzdeki devrim, sosyalist devrimdir ve yoksul köylülük bu devrimde, kent küçük burjuvazi ile birlikte devrimin siyasal ordusunun içindedir.
“Proleter olmayan kent emekçileri de -aydınlar, memurlar, küçük burjuvazi-sosyalist devrimin siyasal ordusunu oluşturacak bir toplumsal tabakadır. Proletaryanın, kurtuluş mücadelesinde öncülüğü elde etme çabasında bu kesimleri de yanına kazanması, giderek artan bir önem kazanmaktadır.” (P. N. Fedeseyev, Günümüz Dünyası ve Leninciliğin Sosyalist Devrim Teorisi, Konuk Yayınları, İstanbul 1978, s. 38).
Bizde bu çerçevede ifade edilecek kent emekçileri ile birlikte yarı-proleter yoksul köylülüğü proletaryanın hegemonyasında sosyalizmin siyasal ordusunu oluşturacaktır. Öğrenci hareketinin devrimimizde daha aktif -ideolojik, siyasal, askerî alanda- bir rol oynayacağı unutulmamalıdır.


Toplumsal Hareketin Yeniden Yükselişi
1970’li yılların ikinci yarısından sonra, Türkiye sol hareketi tüm çeşit ve renkleri ile kendini göstermeye başladı. Ancak yine de bu dönemin çok çeşitli hareketi aslında iki ana çizgide toplanabilir. Tarihsel köken ve politik eğilimleri açısından iki ana çizgi sol harekete egemen olmuştur.
Birinci çizgi TKP hareketidir. İkinci çizgi de THKP-C hareketedir. Burada TKP/ML kökenli hareketleri unutmuş değiliz. Biz “egemen olan” iki eğilimden söz ettiğimiz için bu vurguyu yapıyoruz. Yoksa, Kaypakkaya’dan söz edip, onu devrimci bir önder olarak Mahir ve Deniz ile birlikte saydıktan sonra, TKP/ML’yi es geçmek mümkün değildir. Kimsenin de iradesine bağlı değildir.
TKP hareketi eski TİP-TSİP kadrolarını da bağrına alarak, 1970’li yılların ikinci yarısında hızlı bir gelişim gösterdi. TKP, tarihi boyunca, devrimci harekete Kemalist etkilerin taşıyıcısı olmuştur. 1925 sonrasında TKP kadroları Kemalizm’in ideologları haline gelmiştir. Mustafa Suphilerin, Ethem Nejatların, Kıvılcımlıların, Nâzım Hikmetlerin içinden geldiği parti, 1921 Ocak katliamı (Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’de katledilmesi) sonrasında, utanç verici tutumlar almıştır. 1920 öncesi ulusal kurtuluş mücadelesinin de etkileri ile milliyetçilik “anti-emperyalist özlü” bir Kemalist ideolojinin yaratılmasını kolaylaştırdı. Bu işi, TKP kadroları ya da ona en yakın olanlar üstlendi. Kemalizm, büyük ölçüde onların keşfidir ve 1960’larda yeniden üretilmiştir. Kemalizm’in, Türkiye solu içinde iki kere üretildiğini görürüz, ilki 1920 sonrası, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesi sonrasında, ikincisi ise 1960’larda. Tarihi boyunca Türkiye sol hareketi 1980’lere kadar Kemalist ideolojinin etki alanından çıkamamıştır.
TKP geleneği bu Kemalist etkinin manyetik alanında kalmasının da sonucu olarak, iktidar hedefini sürekli arkaya atan bir gelenektir. Kuşku yok ki, 1960’ların TİP’i bu gelenek içerisinde yer alır. 1920’de burjuva devrimi desteklemeyi “devrimci görev” yapan TKP, bir yandan etkisini kaybetmeye başlamış, diğer yandan ise sürekli olarak Kemalizm’e kadro sağlamıştır. Bu çizgiyi reddeden muhaliflerinin ise hep güçsüz kaldığı görülmektedir. 1920 öncesi programı, tüm tarihi boyunca, giderek daha uzlaşmacı niteliğe bürünerek savunuldu. 1920’de imparatorluktan sömürgeye gidiş vardı, savaş içinde SSCB doğmuştu ve emperyalist paylaşım savaşımı, tüm bölgede etkin olarak sürmekteydi. O gün savunulabilecek bazı şeyler, burjuvazinin Kemal’in omuzları üzerinden iktidara yerleşmesinden sonra savunulabilir mi? TKP bunu yaptı. Burjuva iktidar, Kürdistan, Lazistan milletvekilleri ile açıldı, ama ilk fırsatta, katliamlar devreye girdi. Bu gelişimi, TKP’nin belli başlı kadroları, “feodal kalıntılar temizleniyor” diye alkışladı. Ermeni ve Rum katliamlarını yaparken “ulus” yaratıyorlardı ve aynı zamanda “ulusal sermaye” yaratıyorlardı. Bu mantık; “ulus yaratma” mantığı; hep süre gelmiştir. 1960 sonrasında yükselen toplumsal hareketliliği belli bir dönem TİP kucaklamıştır. Ancak TİP, TKP geleneğinden ileri bir konumu hiçbir zaman temsil etmemiştir. Tersine pek çok TİP yöneticisi ve kadrosu her zaman TKP’ye öfke ve özlemle karışık bir bakışla bakmıştır. TİP, Kemalizm’in manyetik etkisinden çıkamamıştır. Daha ileri giderek burjuvazinin ilk yönetici kadrolarının da okulu olmuştur.
Osmanlı Devleti’nin kapıkulu devşirmesi TC’ye miras kalmıştır. TC 1920’lerde TKP kadrolarını kapıkulu olarak devşirdi. 1980’lerde ise tüm TİP kadroları, modern kapıkulu okulundan mezun olmuş olarak devletin yönetiminde her düzeyde görev aldılar. Doğrusu, 1980 sonrasında bu devşirme kadroların içinde Dev-Yol, TKP/ML vb. de vardır. Ama şimdilik TKP-TİP-TSİP çizgisini tartışıyoruz.
İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde SSCB’nin yeniden imarında görülen başarı ve SSCB’nin sosyalizm adına emperyalizm ile ekonomik yarışa girmesinin de etkisiyle, sosyalizm devletçilik ve kalkınma modeli olarak, ekonomist bir mantıkla algılanmaya başlandı. TİP özellikle, vergi adaleti, planlı kalkınma ve devletçilik gibi vurgularıyla, tam anlamıyla burjuva sosyalist çizgiye oturmuştur.
1970 sonrası dönemde bu geleneğin temsilcisi yine TKP’dir. TKP bu dönemde de iktidar hedefi olmayan bir örgüttür. İşçi sınıfı içindeki etkinliğine rağmen, sınıf adına bağımsız politika üretebilecek teorik olgunluktan yoksundur. Buna uygun pratik bir savaş yürütmeye ise hiç niyetlenmemiştir. Düzenin uslu illegal solcu savunuculuğunu yapmıştır. Hem düzenin savunucusu olup, hem illegal olmak ise, aslında TC devletinin korkularının ürünüdür. 1920’den başlayarak sürekli iç savaş koşullarında var olmuştur. Buna bir de SSCB korkusunun, TC’nin efendilerinde yarattığı panik ve korkuyu ekleyin, burjuvazinin, burjuva devletin kendine güveni hep eksik olmuştur.
TKP’nin ileri demokratik devrim ve ulusal demokratik cephe tezleri tümüyle uzlaşmacı, yığına güvenmeyen, iktidar hedefinden uzak, sağ tezlerdir (Bugünlerde, son TKP başkanı Nabi Yağcı’nın, bir yağcılık yarışına çevirdiği burjuva kuyrukçuluğu, AKP iktidarına destekleri ile sürüyor. Belki de, Tayyip’in ağzından düşmeyen “ileri demokrasi” sözleri ile daha da kendinden geçmektedir. Kim bilir, TBKP’ye dönüşerek kapılarını kapatan TKP’nin yöneticileri, “ileri demokrasi” sözlerini duyunca; aha işte biz de bunu yapmak istiyorduk, diye bağırmakta mıdır? Kim bilir?). Bu sığlık içinde devrimci örgüt var olamaz. Bu sığlık politik planda da izlenebilir. Özellikle sendikacılık alanındaki politika bu sığlığın en belirgin özelliğidir.
Teoride işçi sınıfının öncülüğü reddedilmiyor, ancak kendini öncü ilan etmek ile yetiniliyordu. Öncülüğün teorik ve pratik bir süreç, çetin bir savaşım anlamına geldiği unutuluyordu. SSCB desteği ise, TKP’nin görüşlerinin doğrulayıcı kanıtı olarak sunuluyordu. Öncülük pratik bir sorun olarak değil de, masa başı sorunu olarak ele alınınca, parti de savaşçılar birliği olarak değil, salonda vals yapan hizipler birliği olarak düşünülür. İçte hizip çekişmesine rağmen, dışa yönelik “bütünsel” görüntüsünü tam da tüm hiziplerin çıkarına hizmet eden bir anlayıştan kaynaklanmaktaydı, savaşmamak anlayışı.
Sol harekete egemen olmuş olan ikinci gelenek, THKP-C geleneğidir. Aslında hem TKP ve takipçileri, hem THKP-C, hem de TKP-ML tarihi üzerine nesnel verilere dayalı bir çalışma çok faydalı olur. Ama bu, bu çalışmanın kapsamını aşar.
THKP-C hareketinin Kemalist anlayıştan kurtulamadığını daha önceden belirtmiştik. 1970 sonrası dönemde hiçbir THKP-C kökenli hareket devrimin niteliği, işçi sınıfının rolü, örgüt anlayışı gibi temel konularda takipçisi oldukları THKP-C hareketini aşamamıştır. Hem teorik ve hem de pratik alanda Dev-Yol ciddi potansiyellerin taşıyıcısı olmuş, ancak, 1980 sonrasında tümüyle sessiz bir kütleye dönüşmüştür. Bu “inanılmaz” çözülüş aslında süreç içinde parti anlayışında var olan örgütsüzlük savunusunun, pratik uzantısından başka bir şey değildir. 1970’e kadar THKP-C, devrimi, iktidarı istiyor ve ona göre olaylara yön vermeye, müdahale etmeye çalışıyordu. Oysa 1970 sonrasında THKP-C takipçileri, sadece gelişen olaylar tarafından sürüklenmekte idi. Birinde özne var, ikincisinde sulara kapılıp gitmek var.
Bugün Dev-Yol devrimcilikten demokratlığa yönelirken, örgütsüzlüğün de savunusunu yapmaktadır. Dev-Sol dışında THKP-C kökenli hareketlerin hemen tümü, partisizlik döneminden örgütsüzlük dönemine geçmiştir. Dev-Sol ise partisizlik noktasının devamcısıdır. 1970-1980 dönemi THKP-C hareketlerinin tümü partisizdir. 1980 öncesinde Dev-Yol, 1980 sonrasında Dev-Sol bunu ciddi olarak yaşamıştır.
1970’li yıllarda burjuvazi hiçbir zaman siyasal istikrarı sağlayamamıştır. Bugün burjuva ideologları, 1970’li yıllarda “güçsüz hükümetlerin” varlığından söz ederken bunu anlatmak istiyorlar. Ekonomik alanda da istikrar sağlanamamıştır. Tekelci niteliğe yükselmiş sanayi ve banka sermayesi çok daha güçlü iktidarlara ihtiyaç duymaktaydı.
1974-1980 dönemi boyunca hiçbir burjuva partisi tek başına hükümet olamamıştır. Ancak karşısıda bu bunalımı iktidar hedefiyle değerlendiren bir devrimci güç boşluğu vardı. Devlet, efendileri CIA ile birlikte, devrimci harekete, sola karşı büyük bir konsantrasyonla mücadele etmiştir. Her zaman olağanüstü dönemlere ait yöntemler, TC devleti tarihi boyunca, hep normal metotlar olagelmiştir. Bu baskı, gerçekte bir zayıflığın da göstergesidir.
TKP/ML hareketi ise 1970 12 Mart sonrasında, Kaypakkaya’yı ileri götürememiştir. THKP-C nasıl daha ileri taşınamamış ise, TKP/ML de ileri taşınamamıştır.
Türkiye işçi hareketi hiçbir dönem kendi bağımsız sınıf hedeflerini her koşulda savunacak ve bu yolla kendini iktidar yapacak politikaları üretecek bir devrimci partinin önderliğine sahip olamamıştır. Bu 1970’li yıllarda ciddi olarak kendisini hissettirmiştir. Bugünlerde legal parti yolu ile (TBKP ve diğer girişimler) illegal partiyi kurarak bu sorunu çözmeye çalışanlar ise tam bir komedinin hazırlayıcıları rolündedir.
1970’li yılların sonunda gelen Eylülist Darbe sonrasında, 1970’li solun “bin parçaya bölünmüşlüğü” yenilginin nedeni olarak düşünüldü. Yani; sol bu kadar parçalı olmamış olsa idi, 1980 Darbesi başarılı olmazdı; türünden bir düşüncedir bu. Bu görüş ciddi dayanaklara dayanmamasına rağmen iki nedenle incelenmeye değerdir: Birinci neden bu görüşün yaygınlığıdır. İkinci ve önemli olanı ise 1980 sonrasında moral üstünlüğün burjuvaziye geçtiğinin kanıtı olmasıdır.
Eylülist Darbe’nin başarısını ya da devrimcilerin yenilgisini, “solun bölünmüşlüğünde” görmek, güç denince niceliği anlamanın itirafıdır. Güç nicelik değildir. Tersine 1980 öncesinde Türkiye sol hareketi yeterince bölünememiştir. İşçi hareketinin esas eksikliği, her koşulda iktidar savaşımını öne koyan, bir savaşım biçiminden diğerine hızla geçebilme yeteneğine sahip devrimci bir savaşçılar birliğinin olmayışıdır. Yenilgi her şeyden çok burada, yani niteliktedir. Demek ki devrimci sosyalistler kendilerini ayıramamıştır.
Yeterince ayrılmamak, birleşememek anlamına da gelir. Kendini ifade edemeyen, kiminle birleşeceğini, nasıl birlik istediğini, ne için birlik istediğini bilmeyenin net bir birlik politikası olamaz. Bu durum bugün için de geçerlidir. Birleşme çağrıları ya da toplantılarla birlik meselesi çözülmüyor. İyi niyet yeterli değildir. Sorun, kendini ifade edebilmek, ayrılabilmektir. 1980 öncesi, pek çok örgüt arasındaki farklılıkları kendi üyeleri bile bilmemekteydi. Bu bir bölünme tutkusunun ürünü değil, politik bir hat oluşturarak kendini ayıramamanın bir sonucudur. Devrimci örgüt eksikliğinin bizce anlamı şudur; 1970’li yıllarda var olan örgütlerin birleşmesi veya herhangi birinin bazı eksiklerinin giderilmesiyle devrimci örgüt yaratılmazdı. Devrimci örgüt her şeyden önce bir nitelik sorunudur. Hiçbir toplama işareti ile artan nicelik, kendi kendine bu sorunu çözmez.
Demek oluyor ki bugün de esas sorun kendini ayırmak sorunudur. Bu hem teorik ve hem de pratik bir görevdir.
12 Eylül sabahı sokaklarda, barikatlarda direnişi, herhangi bir örgüt başlatsaydı, bu dağınık solun nasıl birleşeceği görülecekti. Kim sokağa çıksaydı, kim savaşmayı deneseydi, diğer güçlerin gerçekten öncüsü olurdu. Bunu TKP yapsaydı, diğerleri arkasına geçerdi; bunu Dev-Yol yapsa idi, diğerleri arkasına geçerdi; bunu TKP/ML yapsaydı diğerleri arkasına geçerdi. Bu başlatılmış olsaydı, hızla bazı ayrım noktaları silinir, başka ve yeni bir ayrım noktası oluşurdu; devrimciler ve devrimci olmayanlar, direnenler ve teslim olanlar. Bu ayrımı, hapishanelerde, hücrelerde, işkencehanelerde yaşadık. İşte orada yaşananın, sokakta yaşanması gerekli idi. Bunun için ise kalabalık olmak değil, devrimci bir parti olmak gereklidir. Eylemin birleştiriciliği böyle ele alınmalıdır. Söz değil, eylem birleştiricidir. Öncülük doğru zamanlama ile bu birleştirici eyleme yönelme cesaretindedir.
1970’lerin ikinci yarısında, çok sayıda örgüt, çok sayıda çizgi anlamına gelmiyordu. Sol hareket bir bütün olarak somut durumu kavramaktan uzaktı. Bu aynı zamanda Kemalist etkiden kurtulamamanın da ifadesidir.
Devrim hedefi, demokratik devrim olarak ele alınıyordu. Tüm çeşitlerine rağmen (demokratik halk devrimi, ulusal demokratik devrim, ileri demokratik devrim) demokratik devrim savunusu Türkiye’nin sosyo-kültürel yapısını ve Lenin’in devrim teorisini kavrayamamanın ürünüdür. Öte yandan TİP’te ifadesini bulan sosyalist devrim savunusu ise, demokratikleşme için hükümete verilen beş yıllık planlarla ulaşılacak bir hedef görünümündeydi. TİP, devrimcileri sosyalist devrimi savunmamakla eleştireceğine, eylem yapmakla, goşistlikle suçlamıştır. Ne sosyalizm ama, savun, yerinde otur. Düzen böyle sosyalistleri çok sevmiş olmalıdır.
Sol hareketin günlük politikasının odağında iktidar yoktu. Böyle olunca “anti-faşist”, “anti-emperyalist” mücadele öne çıkmaktaydı. Bu iki kavram ile öne çıkan, dönemin Türkiye’sinin ihtiyaç duyduğu şekliyle devrimcilik değil, demokratlıktı. Öte yandan devlet faşist çeteleri sol hareketin üzerine sürmekte, böylece “devrimci-faşist çatışması” görüntüsü altında devlet, sınıflar üstü, baba rolünü oynayabilecek kadar yıpranmamaktaydı. Bu durum, devletin tarafsız olduğu inancının beslenmesinde bir etken olmuştur.
Günlük politikada devrimci olmak, iktidar hedefi ve bu hedefe ulaşacak temel taşların belirlenmesinde bir netliğe sahip olmayı gerektirir. Bu açıdan TKP kökenli hareketler devrimci pratikten tümüyle uzaktı. Tekelci kapitalizm tahlilini yapan TKP, barışçıl geçişten dem vurmaktaydı. Ve kapitalist olmayan kalkınma yolu masallarını anlatmaktaydı. Bu açık çelişki “goşist” nitelemesi ile aşılmaya çalışılıyordu. Radikalizmi reddetmenin adı “goşizm” olmuştur. TİP, TKP’yi; TKP, tüm sol hareketi goşist olarak ele alıyordu. Böylece devrimci eylemden uzak durmanın mantığı da açıklanmış oluyordu.
Öte yandan THKP-C kökenli hareketlerin radikalizmi, teorik ve pratik tahlillerdeki geri konumuyla çelişmekteydi. Radikalizm, pratikteki devrimcilik, teorik ve politik alanda bilimsellikle bütünleşmeyince yol açıcı olamıyor. Sadece bununla kalmıyor, devamı olarak giderek hedeften sapmaya başlıyor. Hedeften sapan eylem, kendisi için eyleme dönüşür. Kendisi için eylem kuşku yok ki gerekli olabilir. Ancak, bu sürekli bir hal alınca, radikalizm adına ölüler öldürülebilir. Günlük mücadele için radikalizm, ama strateji, taktik, analiz yok.
TKP kökenli hareketler, işçi sınıfının devrimci rolünü, devrimciliği yok ederek kabul ediyordu. Bunun pratikteki ifadesi; işçi dalkavukluğu, işçi kuyrukçuluğudur. Devrimci olmayan ama öncü işçi sınıfı, sadece ekonomik haklar ve sendikal mücadele ile uğraşmalıdır. Böyle olunca işçi sınıfının öncü partisi de, işçi sınıfının ekonomik mücadelesini desteklemeliydi. Böylece TKP’nin işçi hareketindeki bağları, reformizmin işçi hareketinde kökleşmesinin de hazırlayıcısı olmuştur. Radikal gruplar ise sınıfa yönelik politika üretebilmekten ciddi olarak uzaktı. Böylelikle işçi sınıfı reformizmin ellerinde, sınıf savaşımında uzlaşmacı karakteri ile devrimci rolünü oynayamaz hale gelmişti. Eylülist Darbe’ye karşı ciddi bir işçi direnişi olmamasında, kendiliğinden bile olsa, bu reformist etkinin köklerinin derin olmasının etkisi büyüktür.
1973-1974 sonrasında özellikle burjuvazinin “demokratik” muhalefeti ile yönetmeye çalıştığı toplumsal hareketlilik, giderek devrimci karakterlere bürünerek ilerledi. Burjuvazi, gelişen sınıf savaşımını durdurmak için, bazı kesimleri aracılığı ile sola vurmakta, kitleleri bu kanallarda, mesela CHP’de toplamak istiyordu. Ama onların isteği ile gerçekleşen arasında bazı farklar oluştu. Gelişen sınıf hareketi, devrimci grupların büyümesine olanak verdi. 1977 1 Mayıs’ı bu anlamda bir dönüm noktası oldu. İşçi hareketinde yükseliş durdu, yoğun bir burjuva saldırı başladı. Bu tarihten sonra işçi sınıfı ciddi ölçüde yeni savaşım yöntemleri denemedi. 1 Mayıs 1977 sonrasında burjuvazi, kitle kıyım yöntemleri ile yükselen ve giderek devrimcileşen kitle hareketliliğini önlemeye çalıştı. Bir yandan burjuva terörü, diğer bir yandan işçi sınıfının bağımsız politikasını üretecek, her savaşım biçimini kullanmaya hazır savaşçılar birliği, devrimci partinin olmaması işçi sınıfında kararsızlığın, yalpalamanın, geri çekilme eğiliminin artmasının nedenidir. Böylece işçi sınıfı, öndersiz, kendi bağımsız politikası olmadan yani tam anlamıyla silahsız savaş alanına “çıkmıştır”. İşçi sınıfı bu dönemde ekonomik mücadelesinin boyutlarını ciddi biçimde aşamamıştır. DİSK, 20 Mart Faşizme İhtar Eylemi ile genel grev denemesine girişmekten çekinmiştir. İşçi sınıfı içinde burjuva reformist etkinin derinliği, sınıfın devrimcileşmesinin önünde en büyük engeldir. Özünde her ekonomik mücadele, bir anlamda, işçi sınıfı açısından yenilgidir. Reformist etki ve ekonomik mücadele ile sınıf yorulmuş, moralsiz düşmüştür. Aslında daha öncesinden, 1977’den başlamıştır. 1980 Eylül Darbesi’nin neden hiçbir direnişle karşılaşmamış olduğu ciddi olarak düşünülmesi gereken bir olgudur.
Görüldüğü gibi, 1980 yenilgisi, solun çok bölünmüş olması ile açıklanır durumda değildir, tersine önderliğin, devrimci önderliğin eksikliği ile açıklanabilir.


Oportünizmin Toplumsal Temelleri
Türkiye’de oportünizmin besleyicisi olan, ideolojik, politik ve toplumsal temeller vardır. Bunların incelenmesi, ortaya konması ve oportünizme kesin darbelerin vurulması gerekir (elbette bu savaş ideolojik, politik ve pratik bir savaşımdır).
Marksizm-Leninizm’e düşman bir ideolojik politik akım olarak oportünizm, özünde, burjuva ideolojisinin işçi sınıfı üzerindeki etkisinden başka bir şey değildir.
Teori ve pratikte sağ ve “sol” oportünizm olarak başlıca iki biçimde ortaya çıkar. Dünya işçi sınıfı hareketi, oportünizmin bu iki biçimini, değişik koşullarda, değişik özgünlüklerle tanır. Oportünizmin bu her iki biçiminin başlıca ortak özellikleri; proletaryanın devrimci hegemonyasının reddi, yığınlara güvensizlik, genel ile özelin diyalektik birliğinin koparılması, bunlardan birinin abartılması, nesnel gerçeklik ve devrimci insiyatif arasındaki diyalektik ilişkiyi görmezlikten gelme, teori ile pratiğin birliğinin reddedilmesi, proletarya diktatörlüğünün reddi olarak toparlanabilir.
Sağ oportünizm teoride, Marksizm-Leninizm’i bayağılaştırıp, burjuvazinin kabul edebileceği sınırlar içine sokarken, reformizmi bayraklaştırır. Pratikte ise, burjuvazinin işçi hareketine yönelik baskıları karşısında boyun eğmek, sınıfı yanıltıcı politikalar önermek, sosyalist devrimden ve proletarya diktatörlüğünden vazgeçmek, burjuvaziye sınıf işbirliği, proletaryanın gücünü küçümsemek olarak kendini ortaya koyar.
“Sol” oportünizm ise, teoride dogmatizm ve pratikte sekterlik olarak ortaya çıkar. “Sol” oportünizm, Marksist-Leninist kuramı, somut durumu göz önünde bulundurmaksızın uygular ve onu böylece bir kuru dogmalar yığını haline getirir. Nesnel olan ile özne arasındaki ilişkileri doğru değerlendiremez ve böylece temelsiz ve dayanaksız “devrimci” sloganlar atar.
Oportünizmin işçi hareketi içinde yer bulmasının temelinde; işçi aristokrasisi, sendikal bürokrasinin varlığı ve küçük burjuvazi yatar. Burjuvazi işçi sınıfının belli bir kesimini yüksek ücretler, rüşvet vb. yöntemlerle kendine bağlar ve bunlar hareketin önderliğini çekmeye başladıklarında sınıf hareketini satarlar, onu burjuvaziye peşkeş çekerler.
Karşıt iki sınıfın var olduğu bir toplumda, burjuvazi belli sınırlara kadar sınıf savaşımını kabul edecektir.
“Marx’ın öğretisinin özü, sınıflar savaşımıdır. Durmadan yazılan ve durmadan söylenen şey budur. Ama bu doğru değildir. Çünkü sınıflar savaşımı öğretisi Marx tarafından değil ama Marx’tan önce burjuvazi tarafından ortaya konmuştur ve bu öğreti, genel olarak, burjuvazi için kabul edilebilir bir öğretidir. Yalnızca sınıflar savaşımını kabul eden biri, bundan ötürü bir Marksist değildir; henüz burjuva düşüncesinin, burjuva politikasının çerçevesinden çıkmamış biri olabilir. Marksizm’i sınıflar savaşımı öğretisine indirgemek, onun kolunu kanadını koparmak, bozmak, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir şeye indirgemek demektir. Sınıflar savaşımının kabulünü, proletarya diktatörlüğünün kabulüne dek genişleten kişi bir Marksist’tir ancak.” (Lenin, Devlet ve Devrim, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 8. Baskı, s. 48-49).
Evet, gerçekten de burjuvazi için devrim yolunda yürümediği sürece sınıf savaşımı kabullenilebilirdir. Bu, sınıf savaşımını belli sınırlar içinde tutmak, aynı zamanda onun doğru hedeflere yönelik gelişimi önünde tampon olmak demektir. İşçi hareketi içinde işçi aristokrasisi böylesi bir durum için bir toplumsal temeldir.
Dünyaya diyalektik materyalist anlayışla bakıyorsak, toplumun, düşüncenin ve doğanın süreçler bütünü olduğunu anlayabiliriz. Dünya tek tek olgulardan değil, süreçlerden oluşur. Oysa felsefî idealizm olguları birbirinden bağımsız olarak ele alır. Bu durumu toplumsal alanda da izleyebiliriz. Sınıflı bir toplumda yaşıyoruz ve birbirine karşıt iki sınıf bu toplumun gerçeğidir. Ancak kim ki bu iki temel sınıfın, bu iki karşıt sınıfın dışında sınıf ve katmanların olmadığını söylerse, o gerçekten toplumu diyalektik maddecilikle anlamıyor demektir. Küçük burjuvazi ve köylülük ve bunlarla işçi sınıfı kesin çizgilerle birbirinden ayrılmaktadır. Sınıflar aynı anda ve yan yana iç içe vardırlar. Böylece bu küçük burjuva kesimler kapitalizmin gelişimi ile birlikte iflasa uğrayıp proletaryanın saflarına katılırken, aynı zamanda bu kesimin saflarına yeni üyeler de katılır. İşçi sınıfına katılan bu küçük burjuvalar tüm eğilim ve pisliklerini de harekete taşırlar. Bu dayanaksız ve kararsız kesimler işçi sınıfı partisine katılır ve uzun süre küçük burjuva özelliklerini korurlar. Sınıf savaşımının zorlukları karşısında bunlar, yıkıma, reformist etkilere, zamansız çıkışlara, yalpalanmalara açıktır. Proletarya ve küçük burjuvazinin birbirlerinden soyutlanmış toplumsal kesimler olmaması, bu etkinin sürekliliğine neden olur. Bu küçük burjuva etki sağ ve sol sapmaların da temelini oluşturur.
Görünüşleri birbirine karşıt iki politik akım niteliği taşıyan sağ ve sol oportünizm, tam da küçük burjuvazinin çelişkili karakteri nedeniyle böyledir. Bu durum, iki oportünist akımın aynı toplumsal kesimlerin ürünü olması, küçük burjuvazinin çelişkili karakteri göz önünde bulundurulduğunda şaşırtıcı olmaktan çıkacaktır. Küçük burjuvazinin bu sınıfsal durumu, çelişkili sınıfsal konumu -proletarya ile burjuvazi arasında yer alması ve ikili niteliği- var oldukça, oportünizm ve oportünizme karşı savaş da var olacaktır.
Bütün bu toplumsal temeller sınıf savaşımının dinamikleri çerçevesinde, sağ ve sol oportünizmi oluştururlar. Özünde aynı olan bu iki akım:
“Ancak bu iki akım, sonuçtaki amaçları bakımından yalnızca birbirine yaklaşmakla kalmamakta, aynı zamanda özdeşleşmektedirler de. Bu ya da şu durum, devrimci hareketin yükseliş ya da durağanlık durumlarında ve burjuvazinin baskısı ile orantılı olarak küçük burjuva iki yüzü ile görünmektedir. Bir uçta, onu siyasal alanda “sol”cu sabırsızlık, umutsuzluk, gevezelik ve sözde devrimcilik içinde öteki uçta ise revizyonist ve reformist olarak karşımızda bulmaktayız.” (B. Grigerov, Bulgaristan İşçi Hareketinde Sağ ve Sol Sapmalar, Bilim Yayınları, s. 8).
Bir yandan mülkiyet ilişkileri nedeniyle burjuvaziye yakınlaşıyor, öte yandan kapitalizmin ilerlemesiyle başlayan çöküş nedeniyle Marksizm-Leninizm’den etkileniyor. Ancak onlar Marksizm-Leninizm’i tam da küçük burjuva (çok değişik burjuva ve diğer görüşlerin karmaşası olarak küçük burjuva) görüş açısından algılıyorlar. Böylece durmadan işçi hareketine bu küçük burjuva katılım sürer. Özellikle barış dönemlerinde devrimciliğin moda olması, çekiciliğinin artması bu küçük burjuva kesimlerin hareketteki çokluğunu açıklar. Ancak yakalanacak halka bunların nicelik yönü değildir. İşçi sınıfı hareketine ve onun politik öncüsüne sızabilen bu kesimlere karşı savaşım yeterince yürütülemezse ve bunlar şu ya da bu ölçüde parti yönetimini ellerine geçirirlerse, giderek partinin proleter niteliği son bulur. Bu durum, bu kesimlerin iyi ya da kötü niyetlerinden bağımsız işleyen bir süreçtir. Böylece Marx ve Engels’in deyimiyle parti “iğdiş edilmiş” olur. Örneğin, demokratik merkeziyetçilik mekanizması yerine bürokratizm, proletarya enternasyonalizmi yerine küçük burjuva milliyetçiliği, proletarya diktatörlüğü yerine demokrasi bir hedef olarak öne çıkar. O nedenle oportünizmin önemli ölçüde başarısı proletaryanın militan öncüsünün ideolojik, örgütsel ve politik etkinliğinin zayıflığıyla ilişkilidir.
Türkiye işçi ve devrimci hareketinde oportünizm yetmiş yıldır bir illet gibi, bir ayak bağı görevini görüyor. Bugün bu oportünist eğilim bin kat daha egemendir. Ama bu işçi hareketinin baş düşmanı sağ oportünizme karşı savaşımın başarısının mümkün olmadığı anlamına gelmiyor. Bugün bir yanda on yılların birikimiyle döneklik mertebesine yükselip burjuvazinin safına geçmiş olanlarla, yenilgiye rağmen direnmekten yana olanlar şeklinde başlıca iki eğilim görülüyor. Bu iki eğilim tüm nüanslarıyla kendini gösterecektir. Ancak bir komünist için affedilmez olan şudur: Savaşımı yalnız oportünizmin bir türüne yöneltmek. Doğru olan bu değildir. Yolun direnmekten yana olan kısmında kalanlar arasındaki kıyasıya bir ideolojik kavga olmadan, bir yerlere varılamaz.
a. İdeolojik Faktörler: İşçi hareketi üzerinde burjuva etkisi olarak oportünizm, burjuva ideolojisinin işçi sınıfına taşınmasıdır da. Burjuva ideolojisinden kopulmadıkça, işçi sınıfının bağımsız örgütlenmesi gerçekleştirilemez.
Türkiye sol hareketinde ve işçi hareketinde oportünizmin uzun yıllar yer etmesinde önemli etkenlerin başında sol hareketin hiçbir zaman Kemalizm’den, burjuva ideolojisinden kopamaması gelmektedir. Sol hareketin tarihinin bunu gösterdiğine inanıyoruz.
Kurtuluş Savaşı yıllarında oluşan komünist hareketin burjuvazinin, Kemalizm’in kuyruğuna takılması, hem iktidar öncesinde, hem de burjuvazinin iktidarı ele geçirmesinin sonrasında onun yedeği olması, hareketin en başından burjuva sınırları aşamaması anlamına geliyor. Elbette kuyruğuna takınılan harekete taze kan da taşıyor. Kemalizm’in kadroları, çekirdeği zaten yok edilmiş ve bir çizgi olarak burjuva etkiyi aşamamış “komünist” hareketten devşiriliyor.
1950’lerde gençlik “ordu-gençlik el ele” sloganlarını atarken bu etkinin derinliğini göstermiş oluyor. Türkiye solu ya da sola yönelen “herkes” baskının arttığı koşullarda, Kemalizm ve ordu bayrağı ile gericilere karşı savaşa kalkışıyor. Bu aynı eğilimi M. Çayan da taşıyor.
“Asker-sivil aydın zümre küçük burjuvazinin bir tabakasıdır. Kemalizm ise bu kesimin veya küçük burjuvazinin en radikal tutumu, politik görüşüdür.” (THKP-C Dava Dosyası, Yazılı Belgeler, Yar Yayınları, s. 142).
M. Çayan bununla da yetinmiyor.
“Kemalizm, küçük burjuva devrimciliğinin işgal altındaki bir ülkede -Türkiye’de- emperyalizme karşı bir isyan bayrağıdır. Kemalizm, emperyalizmin boyunduruğu altındaki bir ülkede doğu halklarının milli kurtuluş bayraklarını yükselten, emperyalizmi yenerek milli kurtuluş savaşlarını açan bir küçük burjuva milliyetçiliğidir.” (age. s. 140-141).
Gerçekte bu satırlar, burjuvazinin resmî ideolojisinden bir milim farklı değildir. Tek fark; Kemalizm’in içinde (kendilerine Kemalist diyen ama Kemalist olmayan anlamında) bir gerici kanat keşfediliyor. Yıllar sonra TKP ve Dev-Yol ve Türkiye solunun en geniş kesimleri CHP içinde ittifak yapılabilir ikinci kanat ile karşı durulması gereken gerici kanat ararken gerçekte aynı şeyi yapmaya çalışıyorlardı. Türkiye soluna, bu “iki kanat arama ve biriyle ittifak yapma” anlayışı 1920’lerin TKP’sinden taşınmıştır.
Aynı anlayış ayrımsız pek çok devrimci tanınan aydında mevcuttur. O kadar Kemalizm’e bağlılar ki Rumların, Ermenilerin, Kürtlerin katledilmesini feodal kalıntıların temizlenmesi olarak teorize etmekten utanmıyorlar. Kemalizm’e karşı ideolojik mücadele bayrağını belli bir kararlılıkla İ. Kaypakkaya açıyor. Ancak, İ. Kaypakkaya pratikte Kemalizm’i bir çizgi olarak aşamıyor. Onun da ötesinde bir bölgesel mezhep hareketine dönüşen takipçileri, sınıf içinde örgütlenemiyorlar.
Burjuva devrimi değerlendirilirken Kemalizm’in karakteri çok açık ortaya konmuştur. Eklemek gerekiyor; Kemalizm ulusal kurtuluş savaşlarının ilkinin ideolojik ifadesi değil, gelişen bir devrimin burjuvazinin eliyle boğulması, radikalizminin emilmesi ve kapitalizmin kurulmasının, bu doğrultuda burjuvazinin hegomen bir güç haline getirilmesinin ideolojisidir. Bu ideolojide anti-emperyalizm aramak, niyet ve dileklerini nesnellikle karıştırmaktır. Bu doğrultuda Kemalizm’in feodal ağaların ve burjuvazinin ideolojisi olarak nitelenmesi de eksiktir. Burjuvazinin, savaş sonrası iktidarı feodal gericilikle paylaşması, iki sınıfın ortak ideolojilerinin olmasını gerektirmez, ortak hedefleri olması yeterli görülmelidir.
Kemalizm aynı zamanda Misak-ı Milli sınırları içinde baskı ve terörle birleşen ulusal uzlaşma sağlamanın ideolojisidir. TC’nin oluşumunda Ekim Devrimi korkusu ve halkların imhasıyla Türkleştirme iki önemli temeldir. Kemalizm, bu iki temelin birleştirilmesi ve halka yedirilmesinin aracıdır.
Tekelci dönemde burjuva ideolojisi, pragmatizmdir. Bu pragmatizmi Kemalizm’de görmek mümkündür. Kemalizm adına burjuvazi her zaman belli bir yönü öne çıkarmış ve buna uygun M. Kemal imzalı sözleri sıralamış, ardından bir başka dönemde bunun tam tersi noktaları öne çıkartırken de aynı şeyi yapmıştır.
Kapitalizmin gelişiminde başından bürokrasinin (biçimin), burjuvazi (öz) lehine oynadığı rol, daha sonra orduya yüklenmiş, mistik bir hal verilmeye çalışılmıştır. Bu yolla devletin zarar görmesi bir ölçüde engellenmiştir. Ancak bugün bu sorun burjuvazi açısından çoktan aşılmıştır. Burjuvazi, 1980’lerin ikinci yarısından bu yana, alt-emperyalizm hedefine dönük olarak Kemalizm’i rehabilite etmek, belli bir anlamda önüne engel olduğu ölçüde bir kenara çekmek politikalarına yönelmiştir.
Türkiye solu ise hâlâ “tek ülke, tek devrim, tek parti” anlayışı ile Misak-ı Milli’ye sarılıyor. Kimileri ise sözde Kemalizm’in gerçek yüzünü şöyle anlatıyor:
“Türkiye’de Kemalist hareketin anti-emperyalist olup olmadığı çok (gerçekten çok mu) tartışılmıştır. Bizce sorunun bu tarz konuluşu dahi sakattır. Çünkü 1920’lerden 1940’lara veya daha sonraki yıllara hep aynı biçimde damgasını vuran homojen bir Kemalizm’den bahsetmek mümkün değildir. (İnsan ilk iki cümlenin ardından homojen bir Kemalizm’den söz edememe nedeninin öne sürülmesine şaşırıyor. Yazar neredeyse Kemalizm’den de söz etmeyecek. Ama iş burada durmuyor.) Kemalizm’i kendi evrim sürecinden koparıp soyut bir tarzda ele almamız halinde varacağımız sonuçların sağlıklı olmayacağı kuşkusuzdur.” (A. Can, age. s. 25).
Yazar Kemalizm’in tarihini ak ve kara dönem olarak ayırmanın hazırlığını yapıyor. İşte derinlik budur.
“Zira Kemalizm, baştaki ilerici ve anti-emperyalist özelliklerine rağmen zamanla dönüşüme uğrayan, devrimci barutunu tamamen tüketen, demokrasi adına halk demokrasisinin en iğrenç karikatürü olan bir tiranlığı (yazar tiranlığı demokrasinin en iğrenç karikatürü olarak nitelendiriyor. Not bize ait) reva gören ve emperyalist sermayenin güvenini kazanmaya çalışan halk düşmanı bir hareketin, şoven ideolojisidir.” (A. Can, age. s. 25-26).
Bir şeyi kötülemek için kötü sözler sıralamak ayrıdır, o şeyin gerçek niteliğinin analizi ayrı. Kemalizm’in anti-emperyalist olup olmadığının daha çok tartışılması, bu noktada kafaların kırılması, ideolojik şiddetin buraya uygulanması gerektiği düşüncesindeyiz, öyle yapacağız. Eğer siz Kemalizm’i devrimci barutu olduğu ve devrimci barutunun tamamen tükendiği iki döneme ayırıyorsanız, şu soruya yanıt vermeniz gerekir: Bu değişimin, bir dönemden diğerine geçişin nedeni nedir? Kemalizm hiçbir zaman devrimci olmadı. En başından devrime, devrimcilere, halklara saldırdı.
b. Politik faktörler: İdeolojide Kemalizm’e bağlanma, burjuva ideolojisinden kopamama; politikada; ulusal kalkınma, daha düzgün gelir dağılımı, ekonomide; “devletçilik” ve demokrasi olarak ortaya çıktı. Burada konuya girerken hemen belirtmek gerekir ki, sosyalizmin var olduğu ve çekiciliği bulunduğu bir dönemin dünyasında ulusal kalkınma, “devletçilik”in sosyalizmle özdeşleştirilmesi, burjuva sosyalizminin, “kapitalizmin kusurlarını giderme sosyalizminin” temel özelliği olmuştur.
Dünya devrimci hareketinin İkinci Dünya Savaşı sonrasında yüksek prestije sahip olmasına rağmen savunma ve statükocu anlayışı seçmesinin ardından kapitalizm kendi savunma mekanizmalarını harekete geçirdi. Planlama ve kalkınmayı sosyalizmin kendi üstünlüğü olarak öne çıkartıp ekonomik yarışma ile emperyalizmi alt edebileceğini sanması karşısında kapitalizm “planlama ve kalkınmayı” aldı. Sosyalizmin içte ekonomik yarışma ile emperyalizme üstünlüğünü kanıtlamaya yönelmesi, dışta soğuk savaş stratejisi ile uzun dönemli kıskaca alınışı, dünya işçi hareketinin, devrimci hareketin uluslararası düzeydeki dağınıklığı, statükoculuğun temel strateji haline getirilişi, kapitalist olmayan kalkınma yolu stratejileri, enternasyonalizmin laf yığınına dönüşmesi, Türkiye solunda planlama-kalkınma-demokrasi politik çizgisinin sosyalizm olarak sunulmasının yolunu da açmıştır.
Burjuva sosyalistleri kapitalizmin yıkıcı etkilerine karşı -tekelleşme, gelir dağılımının bozulması, enflasyon vb.- yaygarayı kopardılar. Bu karışıklık, bu yıkıcı etkileri yapıcı etkilere dönüştürmek isteği ile kapitalizmin kusurlarını tamamlayıcı politikalar önerdiler. Ve bütün bunları ulusal kalkınma ve halkın refahı “için” yaptılar. Kitlelerin sosyalizm özlemine karşılık, onları kapitalizmin içinde tutacak düzenlemelerle uğraştılar.
Demokrasi hedefini, sosyalizme gidişin basamağı, işleyen bir kapitalizmin ve sınıf uzlaşmasının temeli olarak ele aldılar. Türkiye solu emperyalizm döneminde burjuva demokrasisinin rafa kalkmış olması vurgusundan, böylesi bir demokrasiyi kurma görevini kendisinin üstlenmesi gerektiği sonucunu çıkardı. Kapitalizmin niteliği gereği oluşan özelliklerine, eksikliklerinin giderilmesi programıyla yanıt verdi. İşte iktidar hedefi ile savaşmamak budur.
Demokrasi, ulusal kalkınma, ulusal kurtuluş vb. öne çıkınca iktidarın alınması arka planda kalmıştır. Üstelik bu anlayış çok doğal olarak burjuvazi içinde ittifak yapılabilecek güçler keşfetmeye yol açmıştır.
İdeolojik olarak bağımsızlaşamayan Türkiye solu, politikalarında da bağımsız olamadı. TC’nin günlük faaliyeti onun gündemini oluşturdu. Bu noktada Kemalizm zehriyle büyümüş Türkiye aydınının gündemi ve tartışmaları oldukça öğreticidir.
Politik faktörlerin tümünü; işçi ve devrimci hareketin savaşkan, devrimci bir öncü partiye sahip olmaması şeklinde de ifade edebiliriz. Aslında işçi hareketi ve toplumsal hareket, devrimci bir yolda ciddi olanakları her zaman sunmuştur. Ancak Türkiye solu, burjuva ideolojisinden kopamamanın sonucu olarak, her zaman hareketin peşine takılmıştır.
Bunu reddedip öncü olma görevi ile devrimci bir temelde öne çıkan 1968-1972 hareketi ise Kemalizm’den kopamamış, Türkiye sınıf gerçeğini yanlış değerlendirmiştir.
1970’li yıllar boyunca artan toplumsal mücadeleyle birlikte işçi sınıfının öncülüğü de berraklık kazanmaya başladı. 15-16 Haziran direnişi, DGM ve MESS direnişleri, 1 Mayıs’lar, Tariş direnişleri bu pratik önderliğin kanıtıydılar. Ancak bu eylemlerde Leninci bir öncülük söz konusu olmadı. Oportünist eğilim toplumsal mücadelenin yol göstericisi olamayacağını da gösterdi. Hep olayların gerisinde kalmaya başladı. Düşmanı iyi tanıyıp, somut durumun somut analizini yapmak ve devrim hedefini başa koymak yerine, ekonomist hedeflerle içi boş bir yığınsallaşma ile hareketin gelişiminin önünde ayak bağı oldu.
Artan toplumsal hareketlenmenin doğru önderlikten yoksunluğu, giderek yorgunluk eğilimlerinin öne çıkmasına neden oldu. Bu yorgunluk özellikle 1977 yılından sonra daha da belirginleşti. Bir yandan faşist terör ve diğer yandan yığınların artan hoşnutsuzluğu, onların kullandıkları yöntemleri geliştirmesini bilen bir partinin olmaması sürekli başarısızlıkları doğurdu. Ufak zaferler abartılarak düşmanın gerçek gücünü yok etmeye yönelik eylemler ertelendi. Tek kelimeyle; burjuvazi işçi hareketini rotasından saptırdı.
1980 yenilgisine böylesi bir ortamda gelindi. Yenilgi sonrasında durum ve iktidarın faşist niteliği görülemedi. Sözde iktidarın faşist niteliğini görenler de faşizme karşı savaşmaya niyetleri olmadığını gösterdiler. 80 öncesinde zaten yorgun düşmüş yığınlar, solun bu sağlıksızlığı karşısında, cuntanın ideolojik kampanyalarından etkilendiler. Hatta pek çok sol grup bu etkilenmeyi hâlâ yaşamaktadırlar.
Sınıf savaşımı mantığını kavrayamama, iktidarın niteliğini görememe, iktidarın bir baskı aracı, bir ideolojik araç olarak rahatlıkla kullanıldığı parlamenter yöntemlere “demokrasi” adına umut bağlamasına neden olmaktadır. 1980’de oldukça planlı hareket eden burjuvazi en çok ideolojik alanda başarı kazanmıştır. Cuntanın bu başarısı bugün “yeni”ye yönelişte de ifadesini bulmaktadır.
c. Oportünizmin nesnel temelleri: Yukarıda anlatılanlar bir anlamda sol hareketin tarihinde nesnelleşmiş noktalar olsalar da bu etkilerin oluşup yerleştiği ortamın, sürecin nesnelliği ayrıca incelenmelidir.
Toplumda sınıflar birbirinden kesin çizgilerle ayrılmazlar. Bu özellikle işçi sınıfı ile küçük burjuvazi, yoksul köylülük açısından böyledir. Kapitalizmin tedricî yoldan gelişmesi, süreç içinde yavaş ve sancılı gelişmesi hem sınıf mücadelesinde radikal çalışmaların önünü kesiyor, hem de küçük burjuvazinin mülksüzleşerek işçi sınıfına katılmasına neden oluyor. Küçük burjuvazi, mülksüzleşir mülksüzleşmez özlemlerinden vazgeçmiyor. Yeniden mülk (üretim aracı) sahibi olabilme özlemini taşıyor. Bu durum işçi sınıfı içinde oportünizmin yer etmesinin ve bunun sürekliliğinin nesnel temellerinden biridir. Bu noktada ülkemizin özgünlüğü, tedricî dönüşüm nedeniyle her gün proletarya saflarına katılanların niceliksel fazlalığından çok, bunun sürekli ve kitlesel olmasıdır. Gecekondulaşma tam da bu çerçeveye oturmaktadır. Gecekondular devrimci mücadelenin alanlarından biridir. Ancak gecekonduların klasik işçi mahallelerinden ayrılan özellikleri olduğu unutulmamalıdır.
İşçi sınıfının belli bir kesiminin köyle devam eden ilişkisi devrimcileşmelerini engelleyici bir etmen olmuştur.
Proletarya saflarına küçük burjuva katılımının kitleselliği ve sürekliliği aydınlar arasında köylülüğe özel bir önem verilmesine neden oldu. TC bu “özel önemi” destekledi. Edebiyatta, resimde köylülük öne çıktı. Köy Enstitüleri bu süreci hızlandırdı. Türkiye solu da toplumdaki çelişkilere köylü bakış açısı ile yanaştı. Köylülüğe solun verdiği önem (onun devrimin temel gücü olması), köylülüğün bir bütün olarak ele alınması Türkiye gerçeğinin görülememesinin de ürünüdür. Tekelci burjuvazinin çeşitli partileri aynı köylü potansiyeline yönelirken, “kalkınma köyden başlayacaktır” derken kendileri açısından “önemli” noktalar yakalamışlardı. Ancak devrimcilerin köylülüğe verdikleri önem, onların politikalarını yanlış temel üzerine kurmalarına, bu köylülük edebiyatından etkilenmiş olmalarına denk düşmektedir. İşte burjuva ideolojisinden kopamamak burada bir kez daha görülmektedir.
Radikal bir toprak reformunun yapılmaması, kapitalist gelişimin hızını azaltırken, bu durum proletaryanın yapısını etkiledi. Kapitalist gelişimle birlikte proleterleşen ve kentlere göçen köylülük aynı zamanda toprakla bağlarını koparmamıştır. Böylece köyden gelen yiyecek yardımı ile kendinin yeniden üretiminde kaynak sağlamış ve sanayi için ucuz iş gücü görevini görmüştür. İşçi sınıfının bir kısmının toprakla olan ilişkisi, onun ekonomik-politik savaşımında ayakbağı görevini görmüştür.
Ancak tüm bu söylenenlerden işçi sınıfına hakların, o hiçbir şey yapmadan verildiği sonucunu çıkarmamak gerekir. Biz “devrimci” hareketimizde, sol hareketimizde oportünizmin toplumsal temellerini inceliyoruz.