Çağdaş emperyalizm*

Yirminci yüzyıldan dersler

Rusya’da Lenin, Buharin, Stalin ve Troçki’nin yanı sıra Çin’de Mao, Zhou Enlai ve Den Xiaoping yirminci yüzyılın iki büyük devriminin tarihini şekillendirdiler.(1) Devrimci komünist partilerin ve sonrasında da devrimci ülkelerin liderleri olarak, çevresel kapitalizm ülkelerinde muzaffer bir devrimin karşı karşıya olduğu sorunlarla yüzleştiler ve İkinci Enternasyonal’in tarihsel Marksizm’inden miras kalan tezleri “revize etmek” (birçokları için kutsala hakaret anlamına gelen bu kavramı bilinçli olarak kullanıyorum) zorunda kaldılar. Lenin ve Buharin, tekelci kapitalizm ve emperyalizm analizlerinde Hobson ve Hilferding’den çok daha ileri gittiler ve şu temel sonuca ulaştılar (tek değilseler bile bunu öngören çok az sayıdaki insan arasındaydılar): 1914-1918 arasındaki emperyalist savaş proletarya öncülüğündeki bir devrimi gerekli ve mümkün hale getirmiştir.

Geriye dönüp bakarak, burada analizlerindeki sınırlılıkları göstereceğim. Lenin ve Buharin, emperyalizmi kapitalizmin – tekellerin gelişimi ile bağlantılı – yeni bir (en yüksek) aşaması olarak değerlendirdiler. Bu tezi sorguluyorum ve tarihsel kapitalizmin, kökenlerinden (16. yüzyıl) beri merkezlerle çevreler arasında, daha sonraki küreselleşme sürecinde yalnızca artmış olan bir kutuplaşmaya yol açması itibariyle, daima emperyalist olduğunu ileri sürüyorum. On dokuzuncu yüzyıl tekelci dönem öncesi sistem, daha az emperyalist değildi. Büyük Britanya hegemonyasını tam da Hindistan üzerindeki sömürgeci tahakkümü sayesinde elde etti ve korudu. Lenin ve Buharin, Rusya’da (“zayıf halka”) başlayan devrimin, merkezlerde (özel olarak da Almanya’da) devam edeceğini düşündüler. Umutları, emperyalist kutuplaşmanın merkezlerde devrimci beklentileri yok edecek olan etkilerini hafife almalarına dayanıyordu.

Yine de Lenin ve hatta daha büyük ölçüde Buharin, gereken tarihsel dersi hızla öğrendiler. Sosyalizm (ve komünizm) adına gerçekleştirilen devrim, aslında başka bir şeydi: esas olarak bir köylü devrimi. Öyleyse ne yapmalı? Köylülük sosyalizmin inşası ile nasıl ilişkilendirilebilir? Piyasaya tavizler vererek ve yeni edinilen köylü mülküne saygı göstererek, böylelikle sosyalizme yavaş yavaş ilerleyerek mi? Yeni Ekonomik Plan (NEP) bu stratejiyi uyguladı.

Evet ama… Lenin, Buharin ve Stalin emperyalist güçlerin Devrimi ve hatta NEP’i asla kabul etmeyeceğini de anlıyorlardı. Müdahaleler üzerinden yürüyen sıcak savaşların ardından soğuk savaş 1920’den 1990’a dek kalıcı hale gelecekti.(2) Sovyet Rusya, sosyalizmi inşa edebilmekten uzak olmasına rağmen, emperyalizmin, hâkimi olduğu dünya sisteminin tüm çevrelerine daima dayatmak istediği deli gömleğinden kendisini kurtarabilmişti. Gerçekten de, Sovyet Rusya bağlantısızdı. Peki şimdi ne yapılacaktı? Gerekirse tavizler vererek ve uluslararası arenada fazla aktif şekilde müdahale etmekten kaçınarak barış içinde bir arada yaşamı zorlama girişimi mi? Ancak aynı zamanda, yeni ve kaçınılmaz saldırılara karşı koyabilmek için silahlanmak da gerekliydi. Ve bu, en nihayetinde köylülüğün çıkarları ile çatışacak ve dolayısıyla işçi-köylü ittifakını, yani devrimci devletin temelini bozma tehdidini ortaya çıkaracak hızlı sanayileşme anlamına geliyordu.

Öyleyse, Lenin, Buharin ve Stalin’in kaçamaklı sözlerini anlamak mümkün. Teorik açıdan, bir uçtan diğerine U dönüşleri yaşandı. Bazen erken Marksizm’in aşamalı yaklaşımından (önce burjuva demokratik devrim, sonra sosyalist devrim) esinlenilen determinist bir tutum hakim oldu, bazen de iradeci bir yaklaşım (politik eylem aşamaları atlamayı mümkün kılacaktı). En nihayetinde, 1930-1933 arasında, Stalin hızlı sanayileşmeyi ve silahlanmayı seçti (ve bu tercih faşizmin yükselişi ile ilgisiz değildi). Bu tercihin bedeli kolektivizasyon oldu. Burada tekrardan, hızla bir fikre varmaktan kaçınmalıyız. O dönemin tüm sosyalistleri (hatta daha da fazla kapitalistleri), Kaustky’nin bu noktadaki analizlerini paylaşıyordu ve geleceğin büyük çaplı tarıma bağlı olduğuna iknaydılar.(3) Devrimci demokrasinin terk edilmesinin ve otokratik dönüşün arkasında, işçi-köylü ittifakında bir kırılma demek olan bu tercih yatmaktadır.

Benim görüşüme göre, bu konuda Troçki de daha iyisini yapamayacaktı. Troçki’nin Kronstadt denizcilerinin ayaklanmasına yönelik tutumu ve sonraki kaçamak sözleri, hükümetteki diğer Bolşevik liderlerden farklı olmadığını gösteriyor. Ancak 1927 sonrasında, sürgünde yaşarken ve artık Sovyet devletini yönetme sorumluluğu yokken, sosyalizmin kutsal ilkelerini sonsuzca tekrar etmenin keyfini sürebildi. Gerçeğe dönüştürme konusunda ne kadar etkili olunduğundan kaygı duymadan ilkelere olan bağlılıklarını ileri sürme lüksüne sahip birçok akademik Marksist gibi oldu.(4)

Çinli komünistler devrim sahnesinde daha sonra belirdiler. Mao Bolşeviklerin kelime oyunlarından öğrenebilmişti. Çin de Sovyet Rusya ile aynı sorunlarla yüz yüze kaldı: geri bir ülkede devrim, köylülüğün devrimci dönüşüme dâhil edilmesi gerekliliği ve emperyalist güçlerin düşmanlığı. Ancak Mao Lenin, Buharin ve Stalin’den çok daha net şekilde görebildi. Evet, Çin devrimi antiemperyalist ve köylü devrimi (anti-feodal devrim) idi. Ancak burjuva demokratik bir devrim değildi; demokratik halk devrimiydi. Bu fark önemli: ikinci devrim tipi işçi-köylü ittifakının uzun vadede sürdürülmesini gerektirir. Çin bu nedenle zorla kolektifleştirme gibi ölümcül bir hatadan kaçınabildi ve başka bir yol buldu: tüm tarım topraklarını devlet mülkiyeti yapmak, köylülüğe bu toprağa eşit erişim sağlamak ve aile tarımını yenilemek.(5)

İki devrim de istikrara ulaşma konusunda zorlandı çünkü sosyalist bir perspektifte olma ile kapitalizme tavizler verme arasında denge kurmak zorundaydılar. Bu iki eğilimden hangisi üstün geldi? Bu devrimler, Troçki’nin kavramını kullanırsak, ancak kendi “Termidor”larından(I) sonra istikrara ulaştılar. Peki, Rusya’nın Termidor’u ne zamandı? Troçki’nin söylediği gibi1930’da mı? Yoksa 1920’lerde, NEP ile birlikte mi? Ya da Brejnev döneminin buzul çağı mıydı? Ve Çin’de, Mao Termidor’u 1950’den itibaren mi seçti? Yoksa Deng Xiaoping’in 1980 Termidor konuşmasına kadar beklemeli miyiz?

Fransız Devrimi’nin derslerine göndermeler yapılması tesadüf değil. Modern çağın üç büyük devrimi (Fransız, Rus ve Çin), tam da anın acil gerekliliklerinin ötesine baktıkları için büyükler. Ulusal Konvansiyon’da(II) Robespierre liderliğindeki Dağlılar (Montagnardlar) grubunun yükselişi ile birlikte, Fransız Devrimi hem halkta hem de burjuva nezdinde güçlendi; tıpkı, (yenilgiyi bertaraf etme gerekliliği yüzünden gündemlerinde olmasa bile komünizme kadar tüm yolu gitme çabasında olan) Rus ve Çin Devrimlerinin sonraki dönemde daha da ileriye gitme görüşünü sürdürmesi gibi. Termidor Restorasyon(III) değildir. Restorasyon Fransa’da Napolyon’la değil, ancak 1815’te başlayarak gerçekleşmiştir. Yine de, Restorasyon’un, devrimin yol açtığı devasa toplumsal dönüşümden tam olarak kurtulamadığı akılda tutulmalıdır. Rusya’da restorasyon, kendi devrimci tarihinde, Gorbaçov ve Yeltsin ile daha da geç yaşanmıştır. Putin’in halen karşı karşıya olduğu zorluklardan görülebileceği üzere, bu restorasyonun halen kırılganlığını koruduğu not edilmelidir. Çin’de bir restorasyon ise (henüz!) gerçekleşmemiştir.(6)

Tekelci Sermayenin Yeni Bir Aşaması

Çağdaş dünya halen yirminci yüzyıl devrimlerinin karşı karşıya kaldığı aynı zorluklarla yüz yüze. Merkez/periferi(IV) karşıtlığının devam eden derinleşmesi, küresel kapitalizmin yayılma karakteristiği, halen aynı temel siyasal sonuca yol açmakta: dünyanın dönüşümü, öngörülebilir gelecekte gündeme oturacak yegane devrimler olan antiemperyalist, ulusal, popüler ve antikapitalist potansiyelli devrimlerle başlamaktadır. Ancak bu dönüşüm yalnızca ilk adımların ötesine geçebilecektir ve sosyalizm yoluna ancak merkez ülke halkları, evrensel insanlık medeniyetinin daha yüksek bir aşaması olarak görülen komünizm mücadelesine başladığında devam edilebilecektir. Kapitalizmin merkezlerdeki sistemsel krizi, bu olasılığın realiteye dönüştürülmesi için bir şans sunuyor.

Bu arada, Güney halklarını ve ülkelerini bekleyen iki kat zorlu bir meydan okuma var: (1) çağdaş kapitalizmin, sistemin tüm periferilerine dayattığı lümpen kalkınmanın insanlığın üçte birine sunacak hiçbir şeyi yok; özellikle de, Asya ve Afrika’daki köylü toplumlarının hızla yıkımına yol açıyor ve dolayısıyla gelecekteki değişimlerin doğasını büyük oranda köylü sorununa verilen yanıt belirleyecek;(7) (2) periferi halklarının ve ülkelerinin çıkmazdan kurtulmaya yönelik her türlü girişimine karşı olan emperyalist güçlerin yürüttüğü saldırgan jeostrateji, bu halkları ABD ve onun Avrupalı ve Japon müttefiklerinin dünya çapındaki askeri kontrolünü yenilgiye uğratmaya zorluyor.

Kapitalizmin ilk uzun sistemsel krizi 1870’lerde başladı. Tarihsel kapitalizmin uzun erimliliğine dair öne sürdüğüm versiyon, birbirini izleyen üç dönemi gösteriyor: Çin’de 1000 yılından İngiltere ve Fransa’daki on sekizinci yüzyıl devrimlerine kadar on yüzyıllık kuluçka, kısa bir muzafferane kalkınma yüzyılı (on dokuzuncu yüzyıl), kendi içinde ilk uzun krizi içeren muhtemelen uzun bir düşüş dönemi (1875-1945) ve ardından ikincisi (1975’te başladı ve halen sürüyor). Bu iki uzun krizde de sermaye, meydan okumaya aynı üçlü formülle yanıt verdi: sermayenin kontrolünde yoğunlaşma, eşitsiz küreselleşmenin derinleşmesi, sistemin yönetiminin finansallaşması.(8) İki büyük düşünür (Hobson ve Hilferding) kapitalizmin tekelci kapitalizme dönüşümünün muazzam önemini hemen kavradılar. Ancak kapitalizmin düşüşünü başlatan ve böylelikle sosyalist devrimi gündeme taşıyan bu dönüşümden siyasal sonuç çıkaranlar Lenin ve Buharin oldu.(9)

Dolayısıyla tekelci kapitalizmin ilk oluşumu on dokuzuncu yüzyılın sonuna kadar gider, fakat tekelci kapitalizm ABD’de kendisini gerçekten bir sistem olarak ancak 1920’lerle birlikte kurmuş, sonrasında İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen “otuz şanlı yılın” Batı Avrupa’sını ve Japonya’sını fethetmiştir. 1950-1960 arası on yılda Baran ve Sweezy tarafından ortaya konulan artı değer konsepti, kapitalizmin dönüşümünde neyin temel olduğunu kavramaya imkân veriyor. Kapitalizmin Marksist eleştirisine katkı olan bu çalışmanın yayınlandığı anda kararımı vererek, 1970’lerle birlikte, bana göre “ilk” tekelci kapitalizmin (1920-1970) genelleşmiş tekelci kapitalizme dönüşümünün, sistemin niteliksel olarak yeni bir aşaması olarak analiz edilmesini gerektiren yeniden formülasyonuna giriştim.

Aynı kullanım değerini üreten firmalar -o zamanlar sayısız ve birbirinden bağımsız- arasındaki önceki rekabet formlarında, kararlar bu firmaların kapitalist sahiplerince kendisini dışsal bir veri olarak dayatan kabul edilmiş piyasa fiyatı temel alınarak alınıyordu. Baran ve Sweezy, yeni tekellerin farklı hareket ettiğini gözlemlediler: ürünlerinin fiyatını, niteliği ve hacmi ile eşzamanlı olarak belirliyorlardı. Dolayısıyla bu, geleneksel ekonomi retoriğinin gerçekliğe tamamen zıt şekilde halen merkezinde yer almaya devam eden “adil ve açık rekabetin” sonuydu! Rekabetin ortadan kaldırılması – bu kavramın anlamında, işleyişinde ve sonuçlarındaki radikal dönüşüm – fiyat sistemini temelinden, yani değerler sisteminden koparır ve tam bu yolla, kapitalizmin rasyonelliğini tanımlamak için kullanılan ima yollu çerçeveyi gözlerden saklar. Kullanım değerleri eskiden büyük oranda otonom gerçeklikler oluşturuyor olsa da, tekelci kapitalizmde, agresif ve belirlenmiş satış stratejileri (reklamlar, markalar vb.) üzerinden sistematik olarak üretilen gerçek üretimlerin amacı haline geldiler. Tekelci kapitalizmde, üretim sisteminin uyumlu bir yeniden üretimi, sadece Kapital’in ikinci cildinde ortaya konulan iki bölümün karşılıklı ele alınışlarıyla artık mümkün değil: o zamandan beri, Baran ve Sweezy tarafından tasarlanan bir 3. bölümü de hesaba katmak gerekli hale geldi. Bu üçüncü bölüm, 1. Bölüm (özel yatırım) ve kapitalist tüketime ayrılan 2. bölümün (özel tüketim) haricinde ek üretim fazlasının devlet tarafından emilmesine olanak sağlar. Üçüncü bölüm harcamaları için klasik örnek askeri harcamalardır. Ancak, 3. bölüm fikri, genelleşmiş tekelci kapitalizm tarafından düzenlenen, toplumsal olarak yeniden üretken olmayan, daha geniş bir harcamalar dizisini kapsayacak şekilde genişletilebilir.(10)

Üçüncü bölümün fazlalığı, sonuç olarak, aslında Marx tarafından (artı değerde) üretken emek ile üretken olmayan emek arasında yapılan ayrımın ortadan kaldırılmasına neden olmaktadır. Tüm ücretli emek formları olası kârın kaynağı haline gelebilir ve gelmektedir. Bir kuaför hizmetini ona gelirinden ödeme yapan bir müşteriye satar. Ancak o kuaför bir güzellik salonunun çalışanı haline gelirse, işletme sahibi için kâr sağlamalıdır. Söz konusu ülke 1, 2 ve 3. bölümlere, on iki milyon yıllık soyut emeğin eşdeğerini sağlayacak şekilde, on milyon ücretli işçi yerleştirirse ve bu işçilerin aldığı ücretler onların sadece altı milyon yıllık soyut emek gerektiren mal ve hizmet satın almasını sağlarsa, bunların tümü için sömürü oranı, üretken ve üretken olmayan iç içe geçmiş olarak, aynı yüzde 100’dür. Ancak işçilerin almadığı altı milyon yıllık soyut emeğin tümü, 1. ve 2. bölümleri genişletmesi öngörülmüş üretici malların satın alınmasına yatırılamaz; bunların bir kısmı 3. bölümün genişletilmesine gidecektir.

Genelleşmiş Tekelci Kapitalizm (1975’ten bugüne)

İlk tekelci kapitalizmden bugünkü formuna (genelleşmiş tekelci kapitalizme) geçiş, düşüşteki kapitalizmin ikinci uzun krizine yanıt olarak kısa bir sürede gerçekleştirildi. On beş yılda, tekel gücünün merkezileşmesi ve tüm üretken sistem üzerindeki kontrol kapasitesi, o zamana kadar olanla karşılaştırılamayacak zirvelere ulaştı.

Genelleşmiş kapitalizme dair ilk formülasyonum, sermayenin, 1971-1975’le açılışını yapan uzun sistemsel krizinin yarattığı meydan okumaya yanıtının bir yorumunu öne sürdüğüm 1978 yılına gider. O yorumda bu beklenen yanıtın, o zamanlar ancak başlangıç aşamasında olan üç yönünü vurgulamıştım: ekonomi üzerinde tekellerin kontrolünün güçlenen merkezileşmesi, küreselleşmenin derinleşmesi (ve imalat sanayiinin periferilere kaydırılması) ve finansallaşma. 1978’de André Gunder Frank ile birlikte yayınladığımız çalışma belki de tezlerimizin zamanın ilerisinde olması sebebiyle hiç ilgi çekmedi. Ancak bugün söz konusu üç karakteristik herkes için kör göze batar hâle gelmiş durumda.(11)

Tekelci kapitalizmin bu yeni aşamasına bir ad verilmesi gerekiyor. “Genelleşmiş” sıfatı, neyin yeni olduğunu belirtiyor: tekeller artık tüm ekonomik faaliyetleri taşeron statüsüne indirebilme kapasitesine sahip bir pozisyondalar. Kapitalist merkezlerdeki aile çiftçiliği örneği, bunun en iyi örneğini sunuyor. Bu çiftçiler, kendilerine dayatılan fiyat yapılarının emeklerindeki geliri silip süpürdüğü bir noktaya kadar, girdilerini ve finansmanlarını sağlayan tekeller tarafından yukarıdan ve pazarlama zincirleri tarafından aşağıdan kontrol ediliyorlar. Çiftçiler ancak vergi mükelleflerinin ödediği devlet sübvansiyonları sayesinde ayakta kalabiliyorlar. Dolayısıyla tekel kârlarının kökeninde bu sömürü var! Banka iflaslarında da görüldüğü şekilde, ekonomi yönetiminin yeni ilkesi, tek bir ifadede özetleniyor: tekel kârlarının özelleştirilmesi, zararlarının ise toplumsallaştırılması! “Adil ve açık rekabetten” ve “piyasaların ortaya çıkardığı fiyatların gerçekliğinden” söz etmeye devam etmek saçmalıktan ibaret.

Mülk sahibi burjuva ailelerin parçalı ve dolayısıyla somut ekonomik gücü, tekel yöneticilerinin ve onların ücretli uşaklarının kullandığı merkezileşmiş bir güce yolu açıyor. Çünkü genelleşmiş tekelci kapitalizm mülkiyetin yoğunlaşması ile değil – ki tersine her zamankinden daha yayılmış haldedir – onu yöneten gücün yoğunlaşması ile ilgilidir. Çağdaş kapitalizme “patrimonyal” (babadan kalma, miras – editörün notu) sıfatının eklenmesi bu yüzden aldatıcıdır. “Hissedarların” hükmü yalnızca görüntüdedir. Onlar adına her şeye karar veren mutlak monarşiler, tekellerin üst düzey yöneticileridir. Dahası, sistemin küreselleşmesinin derinleşmesi, yerine hiçbir küresel mantık koymaksızın ulusal sistemlerin bütüncül (örneğin eşzamanlı ekonomik, siyasi ve sosyal) mantığını ortadan kaldırmaktadır. Bu bir kaos imparatorluğudur – 1991’de yayınlanan bir çalışmamın sonrasında başkalarınca da benimsenen başlığı: ekonomik rekabetin yerini aslında uluslararası politik şiddet almaktadır.(12)

Birikimin Finansallaşması

Sermayenin gücündeki bu dönüşümü ekonomik yaşamın yeni finansallaşması taçlandırmaktadır. Parçalı sermayenin gerçek sahiplerinin belirlediği stratejilerin yerini, sermaye üzerinde mülkiyet unvanları olan yöneticilerin stratejileri almıştır. Kabaca fiktif sermaye (sahiplik belgelerinin tahmini değeri) denilen şey, bu yer değiştirmenin, sanal ile gerçek dünyalar arasındaki bu bağlantısızlığın ifadesinden başka bir şey değildir.

Özü itibariyle sermaye birikimi, Marx’ın bu kavrama verdiği anlamla, daima düzensizlikle eşanlamlı olmuştur: sınıf mücadelelerinin ve güç çatışmalarının etkisiyle bir dengesizlik durumundan diğerine, denge durumuna hiç meyletmeksizin hareket edip duran bir sistem. Fakat parçalı sermayeler arasındaki rekabetten kaynaklanan bu düzensizlik, kredi sisteminin ulusal devletin kontrolü altında yürütülen yönetimi üzerinden makul sınırlar dâhilinde tutuluyordu. Günümüzün finansallaşmış ve küreselleşmiş kapitalizmiyle bu sınırlar ortadan kalkıyor; bir dengesizlikten diğerine hareketlerin şiddeti artıyor. Düzensizliğin yerini kaos alıyor.

Genelleşmiş tekellerin sermaye üzerindeki egemenliği, para ve finansal piyasanın, artık esnek döviz kurları ilkesine dayanan dünya ölçeğindeki küresel entegrasyonu ve sermaye akışı üzerindeki ulusal kontrolün terk edilmesi üzerinden hükmünü icra ediyor. Her şeye rağmen bu hâkimiyet, yükselmekte olan ülkelerin devlet politikaları ile çeşitli derecelerde sorgulanıyor. Bu ikinci politikalar ile üçlünün(V) kolektif emperyalizminin stratejik hedefleri arasındaki uzlaşmazlık, o nedenle genelleşmiş tekelci kapitalizmi muhtemelen bir kez daha sanık koltuğuna oturtmak için merkezi eksenlerden bir tanesi haline geliyor.(13)

Demokrasinin Düşüşü

Sistem merkezlerinde, genelleşmiş tekelci kapitalizm ücret formunun genelleşmesini beraberinde getirdi. Üst yöneticiler artık tüketicisi haline geldikleri artı değerin oluşumuna katkıda bulunmayan çalışanlar. Diğer toplumsal kutupta, ücret biçiminin işaret ettiği genelleşmiş proleterleşmeye, işgücünün bölümlendirilme biçimlerindeki artış eşlik ediyor. Yani (geçmişte bilinen şekliyle) “proletarya”, proleterleşme genelleştiği anda ortadan kayboluyor. Periferilerde, genelleşmiş tekelci kapitalizmin hâkimiyetinin etkileri daha az görünür değil. Egemen sınıflar ve alt sınıflar ve statü gruplarından oluşan hâlihazırda çeşitlilik arz eden bir toplumsal yapının üzerine, küreselleşme sonrasında ortaya çıkan dominant bir süper sınıf yerleşiyor. Bu süper sınıf bazen “yeni işbirlikçi üyeler”, bazen yöneten siyasi sınıf (veya sınıf-devlet-parti) veya ikisinin bir karışımı oluyor.
Eşanlamlı olmaktan alabildiğine uzak “piyasa” ve “demokrasi” terimleri, tersine zıt anlamlıdırlar. Merkezlerde, burjuva demokrasisinin ifadesi olan sağ-sol karşıtlığına ve bu çerçevede çatışmalı sınıf mücadelelerine ithafa dayanan eski politik kültürün yerini, apolitikleşmeyle eşanlamlı bir yeni siyasal uzlaşı kültürü (belki sadece görünürde ama yine de etkin şekilde) almış durumda. Periferilerde, hâkim yerel süper sınıf tarafından ele geçirilmiş iktidar tekeli de, benzer şekilde, demokrasinin olumsuzlanmasını içeriyor. Siyasal İslam’ın yükselişi bu gerilemenin bir örneği.

Çağdaş Emperyalizmin Saldırgan Jeostratejisi

Üçlünün Kolektif Emperyalizmi: Çağdaş Kapitalizmde Devlet

André Gunder Frank ile birlikte 1978’de yayınlanan bir çalışmamızdaki bu tezi, 1970’lerde Sweezy ve Magdoff ile hâlihazırda ilerletmiş durumdaydık. Tekelci kapitalizmin, ulusal üretim sistemlerinin aşamalı ama hızlı bir şekilde tasfiyesi ile karakterize olan yeni bir çağa girdiğini söylemiştik. Giderek artan sayıda piyasa malının üretimi artık “Fransa’da üretildi” (veya Sovyetler Birliği’nde ya da ABD’de) etiketi ile tanımlanamıyor, bundan ziyade “dünyada üretildi” haline geliyor, çünkü üretim süreci artık parçalara ayrılmış durumda, tüm dünyada şurada ve burada bulunuyor.

Artık sıradanlaşan bu gerçeği görmek, söz konusu dönüşümün temel sebebinin tek bir açıklaması olduğu anlamına gelmiyor. Kendi açımdan, bunu, sermayenin tekellerce kontrolündeki merkezileşme derecesinde, tekellerin kapitalizminden genelleşmiş tekellerin kapitalizmine geçiş olarak tanımladığım, ileriye doğru bir sıçrama olarak açıklıyorum. Diğer şeylerin yanı sıra bilgi devrimi, küresel olarak yayılmış bu üretim sisteminin yönetimini mümkün hale getirmenin yollarını sağlıyor. Ancak benim için, bu yollar yalnızca sermayenin merkezi kontrolünde ileri sıçramanın yarattığı yeni bir nesnel ihtiyaca yanıt olarak hayata geçiriliyor.

Bu küresel üretim sisteminin ortaya çıkışı, tutarlı “ulusal kalkınma” politikalarını (çeşitlilik arz eden ve eşitsiz etkili) ortadan kaldırmakta, ancak yerine, küresel sistemin tutarlılığı şeklinde yeni bir tutarlılık da getirmemektedir. Bunun sebebi, daha sonra ele alacağım bir konu olan, küresel bir burjuvazinin ve küresel bir devletin yokluğudur. Sonuç olarak, küresel üretim sistemi doğası itibariyle tutarsızdır.

Çağdaş kapitalizmdeki bu niteliksel dönüşümün bir başka önemli sonucu ise, tarihsel ulusal emperyalizmlerin (ABD, Büyük Britanya, Japonya, Almanya, Fransa ve diğer birkaçı) yerini alan üçlünün kolektif emperyalizminin ortaya çıkışıdır. Kolektif emperyalizm, varlık sebebini, üçlü ülkelerindeki burjuvazilerin, dünyayı, özel olarak ise periferilerdeki tebaa ve henüz tebaa haline getirilememiş toplumları, ortak olarak yönetmeleri gerekliliğinin farkında olmasıyla bulur.

Kimileri küresel üretim sisteminin ortaya çıkışına dair tezden iki ilişki çıkarmaktadır: ikisinin de kendi nesnel zeminini bu yeni üretimde bulduğu, küresel bir burjuvazinin ve küresel bir devletin ortaya çıkışı. Şu anki değişimlere ve krizlere dair yorumum, beni bu iki bağıntıyı reddetmeye götürüyor.

Oluşmakta olan bir küresel burjuvazi (veya egemen sınıf) yoktur, ne dünya ölçeğinde ne de emperyalist üçlü ülkelerinde. Tekellerin sermaye üzerindeki kontrolünün merkezileşmesinin, üçlünün ulus devletleri içinde, üçlünün partnerleri arasındaki ve hatta Avrupa Birliği üyeleri arasındaki ilişkilerde olduğundan çok daha fazla olduğu gerçeğini vurgulamam gerekiyor. Burjuvaziler (veya oligopolcü gruplar), uluslar içinde (ve bu rekabeti en azından kısmen ulus devlet yönetiyor) ve uluslar arasında rekabet halinde. Bu nedenle Almanya oligopolleri (ve Alman devleti), herkesin eşit çıkarı için değil ama öncelikle kendi çıkarları için Avrupa içişlerinin liderliğini ele aldı. Üçlü seviyesinde, bir kez daha eşitsiz çıkar dağılımı ile ABD burjuvazisinin ittifaka önderlik ettiği kesin. Nesnel nedenin, yani küresel üretim sisteminin ortaya çıkışının, kendiliğinden küresel bir hâkim sınıfın ortaya çıkışına yol açacağı fikri sistemin tutarlı olması gerektiği hipotezine dayanmaktadır. Gerçekte ise, tutarlı olmaması mümkündür. Aslında, tutarlı değildir ve bu nedenle bu kaotik sistem yaşayabilir de değildir.

Periferilerde üretim sisteminin küreselleşmesi; önceki dönemlerin egemen bloklarının yerini, küresel burjuvazinin kurucu unsurları olmayıp hâkim üçlünün burjuvazilerinin ast müttefikleri olmaktan ibaret yeni komprador burjuvazilerin hâkimiyetindeki yeni bir egemen blokun alması ile bağlantılı şekilde gerçekleşmektedir. Oluşmakta olan bir küresel burjuvazi olmadığı gibi, ufukta bir küresel devlet de yoktur. Bunun temel sebebi mevcut küresel sistemin zayıflamakta olmayıp aslında üçlünün toplumları ile dünyanın geri kalanı arasındaki (hâlihazırda görünür olan veya potansiyel) çelişkiyi belirginleştiriyor olmasıdır. Burada gerçekten de toplumlar arasındaki ve, sonuç olarak da, devletler arasındaki çelişkiyi kastediyorum. Üçlünün hâkim pozisyonunun getirdiği avantaj, genelleşmiş tekeller etrafında oluşan egemen bloka, sağdaki ve soldaki tüm önemli seçim partilerinin birbirine benzemesinde ve hepsinin, neoliberal ekonomi politikalarına ve periferilerin içişlerine kesintisiz müdahaleye eşit şekilde bağlılığında ifadesini bulan bir meşruiyetten fayda sağlama imkânı veriyor. Öte yandan, periferilerin neo-komprador burjuvazileri kendi halklarının gözünde ne meşrudurlar ne de güvenilir (çünkü sundukları politikalar “arayı kapatma” imkanı vermiyor ve çoğu zaman lümpen kalkınma çıkmazına yol açıyor). Bu nedenle mevcut hükümetlerin istikrarsızlığı, bu bağlamda aslında kural.

Üçlü seviyesinde bile, veya Avrupa Birliği seviyesinde bir küresel burjuvazi olmadığı gibi, bu seviyelerde küresel devlet de yok. Bunun yerine yalnızca bir devletler ittifakı var. Bu devletler, sonuç olarak, ittifakın işlemesini sağlayan hiyerarşiyi isteyerek kabul ediyorlar: genel liderlik Washington’da, Avrupa’da ise liderlik Berlin’de. Ulus devlet, küreselleşmeye hizmet etmek üzere, olduğu gibi yerinde duruyor.
Post-modern akımlarda, çağdaş kapitalizmin dünya ekonomisini yönetmek için artık devlete ihtiyaç duymadığına ve bu nedenle de devlet sisteminin, sivil toplumun ortaya çıkışı lehine sönümlenme sürecinde olduğuna dair bir fikir dolaşıyor. Bu zayıf, dahası hâkim hükümetlerce ve onların hizmetindeki medya tarafından propaganda edilen teze karşı başka yerlerde geliştirmiş olduğum argümanlara tekrar dönmeyeceğim. Devletsiz kapitalizm yoktur. Kapitalist küreselleşme ABD silahlı kuvvetlerinin müdahaleleri ve doların idaresi olmaksızın gerçekleşemezdi. Açık ki, silahlı kuvvetler ve para, devletin araçlarıdır, piyasanın değil.

Ancak bir dünya devleti olmadığı için, ABD onun işlevini yerine getirme niyetindedir. Üçlünün toplumları bu işlevi meşru görmektedirler; diğer toplumlar ise görmemektedir. Ama ne önemi var? Kendinden menkul “uluslararası toplum”, yani G7+ ‘bir demokratik cumhuriyet haline geldiği su götürmez olan’ Suudi Arabistan, dünya nüfusunun yüzde 85’inin görüşünün meşruluğunu kabul etmiyor!

Bu nedenle hâkim emperyalist merkezlerdeki devletlerin işlevleri ile tebaa durumundaki veya tebaa haline getirilecek periferilerdeki devletlerin işlevleri arasında bir asimetri mevcuttur. İşbirlikçi haline gelmiş periferilerdeki devlet, tabiatı gereği istikrarsız ve sonuç olarak, henüz bir tanesi olmadığı durumda, potansiyel bir düşmandır.

Hâkim emperyalist güçlerin –en azından şimdiye kadar– bir arada var olmak zorunda kaldığı düşmanlar da var. Çin ile söz konusu olan durum budur çünkü yeni işbirlikçi olma seçeneğini (şimdiye dek) reddetmiştir ve kendi bütünleşmiş ve tutarlı, bağımsız ulusal kalkınma projesinin peşinden gitmektedir. Rusya, ekonomik liberalizm yolunu (belki de henüz?) terk etmeyi düşünmese bile, Putin’in siyasi olarak üçlünün hizasına girmeyi reddetmesi ve Ukrayna’daki genişlemeci emellerini engellemek istemesi ile birlikte anında düşman haline gelmiştir. Güneydeki işbirlikçi devletlerin büyük çoğunluğu (yani kendi işbirlikçi burjuvazilerinin hizmetinde olan devletler), her biri kendi ülkesinin kontrolüne sahipmiş görünümü verdiği sürece, düşman değil müttefiktirler. Ancak Washington, Londra, Berlin ve Paris’teki liderler, bu devletlerin kırılgan olduğunu biliyorlar. Popüler bir başkaldırı hareketi – uygulanabilir, alternatif bir stratejileri olsun ya da olmasın – bu devletlerden birini tehdit ettiği anda, üçlü müdahale hakkı olduğunu iddia edecektir. Müdahale bu devletlerin, hatta daha da ötesinde, söz konusu başkaldıran toplumların yıkımını tasarlamaya bile gidebilir. Bu strateji şu anda Irak, Suriye ve başka yerlerde iş başındadır. Washington öncülüğündeki üçlü tarafından dünyanın askeri kontrolü stratejisinin varlık sebebi, bütünüyle, küresel bir devletin oluşum sürecinde olduğuna dair zayıf görüşün – örneğin Negri’ninkinin – doğrudan zıddı olan bu “realist” vizyonda yatmaktadır.(14)

Güneyin Halklarının ve Devletlerinin Yanıtları

ABD/Avrupa/Japonya kolektif emperyalizminin Güneyin tüm halklarına karşı süregiden saldırganlığı iki ayak üzerinden ilerliyor: ekonomik ayak – olası tek ekonomi politikası olarak dayatılan küresel neoliberalizm ve siyasi ayak – emperyalist müdahaleyi reddedenlere karşı önleyici savaşlar dâhil sürekli müdahaleler. Yanıt olarak, bazı Güney ülkeleri, örneğin BRICS, en fazla tek ayak üzerinde ilerlemektedir: emperyalizmin jeopolitiğini reddetmek ama ekonomik liberalizmi kabul etmek. Bu sebeple, mevcut durumda Rusya’nın gösterdiği üzere, kırılgan kalıyorlar.(15) Evet, Yash Tandon’un yazdığı gibi, “ticaretin savaş olduğunu” anlamak zorundalar.(16)

Üçlü dışında dünyanın tüm ülkeleri, onun ekonomik ve siyasi stratejisine tamamen teslim olmuş olanlar haricinde, düşman veya potansiyel düşmandırlar. Bu çerçevede Rusya “bir düşman”.(17) Sovyetler Birliği’ne dair değerlendirmemiz ne olursa olsun, üçlü onunla sırf hâkim kapitalizm/emperyalizmden bağımsız bir kalkınma girişimi olduğu için savaştı. Sovyet sisteminin çöküşü sonrasında, bazı insanlar (özellikle Rusya’da) “Batı”nın “kapitalist bir Rusya” ile zıtlaşmayacağını düşündüler. Ne de olsa Almanya ve Japonya da “savaşı kaybetmiş ama barışı kazanmıştı.” Batılı güçlerin, daha önce faşist olan bu ülkelerin yeniden inşasını, tam da Sovyetler Birliği’nin bağımsız politikalarının ortaya çıkardığı meydan okumaya karşı desteklediğini unuttular. Artık bu meydan okuma ortadan kalktığından, üçlünün hedefi komple teslimiyet, Rusya’nın direnme kapasitesini yok etmek. Ukrayna’daki mevcut trajedi, üçlünün stratejik hedefinin gerçekliğini gösteriyor. Üçlü, Kiev’de “Avro/Nazi komplosu” olarak adlandırılması gereken bir dolap organize etti. Batı medyasının, üçlünün politikalarının demokrasiyi teşvik etmek olduğuna ilişkin retoriği, yalandan ibaret. Doğu Avrupa ülkeleri, Avrupa Birliği’ne eşit ortaklar olarak değil ana Batı ve Orta Avrupa kapitalist/emperyalist güçlerinin “yarı sömürgeleri” olarak dâhil edildi. Avrupa sisteminde Batı ile Doğu arasındaki ilişki, ABD ile Latin Amerika arasındaki ilişkilere hâkim olana bir derece benziyor!

Rusya’nın Ukrayna’nın sömürgeleştirilmesi projesine direnme politikası bu nedenle desteklenmeli. Fakat bu pozitif Rus “uluslararası politikası”, Rus halkınca desteklenmediği takdirde başarısızlığa mahkûm. Ve bu destek sadece “milliyetçilik” temelinde kazanılamaz, ancak izlenen ulusal ekonomik ve sosyal politika emekçi halkın çoğunluğunun çıkarlarını desteklediği takdirde kazanılabilir. Halk odaklı bir politika, bu nedenle, “liberal” yoldan ve gerici sosyal politikalara meşruiyet kazandırdığı iddia edilen, onunla ilişkili seçim maskaralığından mümkün olduğunca uzaklaşmayı ifade ediyor. Onun yerine sosyal (sosyal diyorum, sosyalist değil) boyutu olan yeni bir devlet kapitalizminin kurulmasını öneriyorum. Bu sistem, ekonomi yönetiminin toplumsallaştırılmasına doğru olası ilerlemelerin ve dolayısıyla modern ekonominin zorluklarına yanıt üreten bir demokrasinin yaratılmasına doğru özgün ve yeni gelişmelere ilerlemelerin kapısını açacaktır.

Neoliberal yolun katı sınırları içinde kalan Rus devlet gücü, bağımsız bir dış politikanın başarı şansını ve Rusya’nın gerçekten de önemli bir uluslararası aktör olarak hareket eden yükselen bir ülke haline gelme şansını ortadan kaldırıyor. Neoliberalizm Rusya için yalnızca trajik bir ekonomik ve sosyal gerileme, bir “lümpen kalkınma” modeli ve küresel emperyalist düzende derinleşen bir tebaa statüsü üretebilir. Rusya üçlüye petrol, doğalgaz ve kimi başka doğal kaynaklar sağlayacaktır; sanayileri Batılı finans tekellerinin çıkarı için taşeron statüsüne indirgenecektir. Böylesi bir konumda, ki Rusya küresel sistemde bugün böyle bir konumdan pek de uzak değildir, uluslararası arenada bağımsız hareket etme girişimleri, Rusya’nın egemen ekonomi oligarşisinin, üçlünün hâkim tekellerinin talepleri doğrultusunda yıkıcı bir biçimde hizaya gelmesini sağlayacak “yaptırım” tehditleri altında, son derece kırılgan kalmaya devam edecektir. “Rus sermayesinin” Ukrayna krizi ile bağlantılı olarak şu anda dışarıya kaçıyor olması tehlikeyi göstermektedir. Sermaye hareketleri üzerinde devlet kontrolünün yeniden tesis edilmesi bu tehlikeye karşı tek etkili yanıttır.

Aile tarımının yenilenmesi ile bağlantılı şekilde, sanayide ulusal bir modern kalkınma projesi uygulayan Çin dışındaki diğer sözde yükselen Güney ülkeleri (BRICS), halen tek ayak üzerinde ilerliyorlar: militarist küreselleşmenin tahribatına karşılar ama neoliberalizmin deli gömleğine hapsolmuş durumdalar.(18)

Samir Amin

 

* Çeviren: Serap Güneş

1 Bu makalede, kendimi Rus ve Çin deneyimlerini incelemekle sınırlıyorum, diğer yirminci yüzyıl devrimlerini göz ardı etme niyetim yok (Kuzey Kore, Vietnam, Küba).

2 İkinci Dünya Savaşı öncesinde, Stalin umutsuz ve başarısız bir şekilde Batı demokrasileri ile Nazizm’e karşı ittifak arayışında oldu. Savaş sonrasında Washington Soğuk Savaş’ı tercih ederken Stalin Batılı güçlerle yine başarısız olan bir dostluk arayışında oldu. Bkz. Geoffrey Roberts, Stalin’s Wars: From World War to Cold War, 1939–1953 (New Haven, CT: Yale University Press, 2007). Bkz. Annie Lacroix Riz’in Fransız baskısına önemli önsözü: Les guerres de Staline: De la guerre mondiale à la guerre froide (Paris: Éditions Delga, 2014).

3 Burada Kautsky’nin tezlerine gönderme yapıyorum, bkz. The Agrarian Question, 2 cilt. (Londra: Pluto Press, 1988; ilk basım, 1899).

4 Marksist entelektüeller arasında, devrimci partilerin veya yine de az olsalar da devrimci devletlerin liderliğinde sorumluluk almaksızın devlet sosyalizmlerinin karşılaştığı zorluklara ilgi göstermiş memnun edici istisnalar da var (Baran, Sweezy, Hobsbawn ve başkalarını kastediyorum).

I Fransa’da nisan 1794 ile temmuz 1794 arasındaki döneme ‘thermidor’ denir. bu danton ile robespierre’in asılışları arasındaki süreye tekabül eder. Troçki, Stalin dönemini, Fransız Devrimi’ndeki gericileşmeye benzeterek böyle nitelendirir (editörün notu).

II Ulusal Konvansiyon (Fransızca: Convention nationale), Fransız Devrimi sırasında Fransa’yı yöneten (20 Eylül 1792-26 Ekim 1795) ulusal meclis (e.n).

5 Bkz. Samir Amin, “China 2013,” Monthly Review 64, no. 10 (Mart 2013): 14–33, özellikle de Maoizm’in tarım sorununa ilişkin tezlerinin incelendiği kısımlar.

6 Bkz. Eric J. Hobsbawn, Echoes of the Marseillaise: Two Centuries Look Back on the French Revolution (London: Verso, 1990); ayrıca bkz. Florence Gauthier’in çalışmaları. Bu yazarlar Troçki’nin basitleştirmesinin yaptığı gibi Termidor’u restorasyonla eşitlemezler.

III Restorasyon kavramı, Fransız tarihinde Birinci Fransız İmparatorluğu’nun yıkılışıyla Temmuz Devrimi arasındaki dönemde Bourbon monarşisinin yeniden kuruluşunu ifade eder (e.n).

IV Çevre ve merkez devlet kavramlarından hareketle, emperyalist merkez devletlerin dışında kalan devletler anlamında (e. n.).

7 Asya ve Afrika köylülüğünün süregiden yıkımına ilişkin bkz. Samir Amin, “Contemporary Imperialism and the Agrarian Question,” Agrarian South: Journal of Political Economy 1, no. 1 (Nisan 2012): 11–26, http://ags.sagepub.com

8 Burada genelleşmiş tekellere geçişin yalnızca bazı temel sonuçlarını tartışıyorum (finansallaşma, demokrasinin düşüşü). Ekolojik meseleler için ise John Bellamy Foster’ın önemli çalışmalarını öneriyorum.

9 Nicolai Bukharin, Imperialism and the World Economy (New York: Monthly Review Press, 1973; yazıldığı tarih: 1915); V. I. Lenin, Imperialism, The Highest Stage of Capitalism (New York: International Publishers, 1969; yazıldığı tarih: 1916).

10 Üçüncü departman analizi ve bunun Baran ve Sweezy’nin artı değerin absorbe edilmesine dair teorisi ile ilişkisi hakkında diğer tartışmalar için bkz. Samir Amin, Three Essays on Marx’s Value Theory (New York: Monthly Review Press, 2013), 67–76; ve John Bellamy Foster, “Marxian Crisis Theory and the State,” John Bellamy Foster ve Henryk Szlajfer, editörler., The Faltering Economy (New York: Monthly Review Press, 1984), 325–49 içinde.

11 Andre Gunder Frank ve Samir Amin, “Let’s Not Wait for 1984,” Frank, Reflections on the World Economic Crisis (New York: Monthly Review Press, 1981) içinde.

V Daha önce bahsi geçen emperyalist merkezler; ABD, onun Avrupalı ve Japon müttefikleri (e.n)

12 Samir Amin, Empire of Chaos (New York: Monthly Review Press, 1992).

13 Finansal küreselleşme meselesi ile ilgili olarak bkz. Samir Amin, “From Bandung (1955) to 2015: New and Old Challenges for the Peoples and States of the South,” Dünya Sosyal Forumu’nda sunulan makale, Tunus, Mart 2015 ve “The Chinese Yuan,” Çince yayınlandı, 2013.

14 “Contra Hardt and Negri,” Monthly Review 66, no. 6 (Kasım 2014): 25–36.

15 Bağlantısızlaşma tercihi kaçınılmaz. Artı değerin emperyalist güçlerin tekelleri için emperyalist rant formunda dünya ölçeğinde aşırı merkezileşmesi periferinin tüm toplumları tarafından desteklenebilir değildir. Bu sistemi sonrasında, evrensel medeniyetin daha ileri bir aşaması olarak anlaşılan komünizm ile uyumlu başka bir küreselleşme formunda yeniden inşa etmek için yıkmak zorunludur. Bu bağlamda, Roma İmparatorluğu’nun merkezileşmesinin, feodal merkezsizleşmeye yolu açacak şekilde zorunlu yıkımı ile bir karşılaştırma önermiştim.

16 Yash Tandon, Trade is War (New York: OR Books, basılacak).

17 Samir Amin, “Russia in the World System,” Global History içinde bölüm 7: A View from the South (Londra: Pambazuka Press, 2010), “The Return of Fascism in Contemporary Capitalism,” Monthly Review 66, no. 4 (Eylül 2014): 1–12.

18 Hindistan ve Brezilya’nın yetersiz yanıtları için bkz. Samir Amin, The Implosion of Capitalism (New York: Monthly Review Press, 2013), bölüm 2 ve “Latin Amerterica Confronts the Challenge of Globalization,” Monthly Review 66, no. 7 (Aralık 2014): 1–6.