Makaleleri irdelemek: Okuma, anlama, uygulama üzerine bir deneme – Kerem Gemici

Kaldıraç dergisinin 30 yıla yaklaşan kesintisiz yayıncılık serüveninde çeşitli konularda binlerce makale-haber-mektup-değerlendirme-inceleme yazısını okuma değerlendirme fırsatını hep beraber bulmuşuzdur.

Kimi zaman makaleleri daha sonra tekrar okurken ne kadar çok şeyin üzerinden atladığımızı hayretler içinde fark ettiğimiz an hiç de az değildir kanımca. Eğer anlık özensiz okumaları dikkate almaz isek bu konuda birden çok nedenden bahsedebiliriz.

Genel olarak öğrenme düzeyimizdeki yükseliş ilk aklımıza gelen açıklama olabilir. Kolektif okuma da bu nedenler arasında sayılabilir. Aslında bu yazının konusunu da oluşturan “irdeleyerek okuma”yı da bu nedenler arasına almak istiyorum. Elbette farklı nedenler de sayarak sıralamayı uzatabiliriz.

“İrdeleyerek okuma” benim adlandırmam. Tanımlamaların genel karakteristiğinde olduğu üzere her şeyi tam anlatmayabilir; ancak tahminimce benim muradımı yerine getirecektir diye düşünüyorum.

Makale okumak genel olarak müzik, resim, heykel, kısaca bir sanat eserini incelemek gibidir dersek pek haksızlık etmez, kimseyi kızdırmayız umarım. Derinliği varsa yazarın, makale de o kadar derinlere iner ve bir okul gibi olmaya başlar.

Şöyle hayal edebilirsiniz. Bir katmanı kaldırınca arkasından başka bir katman daha, arkasında başka bir katman daha, arkasında başka bir katman gibi. İrdeledikçe ya da bilgimiz arttıkça daha alttaki katmanları görebilir, kavrayabilir hâle geliriz.

İrdeleyerek okuma fikrinde, kanımca öne çıkan olgu soru sormak. Elbette makalenin yazıldığı dönemi es geçmeden konuyu kavramaya çalışmak gerekir. Yazar, acaba bu başlığı, kavramı, kelimeyi, cümleyi neden kullanmış, neyi vurgulamak istemiş? Bu yazı asıl kime yazılmış, ben neler öğrendim, öğrendiklerimi nasıl aktarabilirim? Doğrudan yazara sorarak cevabını bulmaya çalışmalıyız. Elbette fizikî olarak yazara sormak değil bahsettiğim. Makaleyi, bir anlamıyla yazarla konuşuyor, onu dinliyor ve yeri geldiğinde soru soruyor gibi okumak bahsettiğim.

Okuduğunuz bu yazının ilk paragrafında kullandığım “kesintisiz yayıncılık” vurgusunu önemli bulduğum ve okuyucunun üzerine düşünmesini, tartışmasını, anlatmasını istediğim için üzerine düşünerek seçtim. “30 yıla yaklaşan yayıncılık serüveni” olarak yazmış olsaydım, anlatmak istediğim, vurgulamak istediğim bir hususu atlayacaktım ya da vurgulamamayı seçecektim.

Evet, belki dikkatsiz okur için okurken sadece bir kelime olarak görünebilir; ancak “kesintisiz” kelimesi cümlenin içine girdiği anda cümlenin seyrine bir parantez açılıp, bir husus vurgulanmakta.

İşte irdeleyici okuyucunun bu noktada durup, neden “yayıncılık” kelimesini “kesintisiz” kelimesi ile nitelediğimi sorgulaması gerekir.

Soru: Acaba yazar neden sadece “yayıncılık” değil de “kesintisiz yayıncılık” ifadesine metinde yer verdi?

Cevap: Anadolu’daki devrimci gelenekten ideolojik, politik ve örgütsel bir kopuşu, yeni bir devrimci çıkışı yaratan, yaratma iddiasında olan bir hareketin, yayın faaliyetine verdiği önemin altını çizmekti muradım.

Ama belki de sabırlı okuyucu bu satıra gelene kadar vurgulamak istediğim bu noktayı gözden kaçırmış ya da önemsememiş olabilir. Nedeni ne olursa olsun, hangi yazı olursa olsun, yazarın anlatmak, bizim yazarın düşüncesine katılıp katılmamamızdan bağımsız olarak vurgulamak istediği noktalar üzerine çalışmak, anlamak iyi olacaktır.

Bu noktada bir parantez açarak konunun farklı bir yönünden de bahsetmek isterim. Bazen yazar tarafından vurgulanmasa da okuyucu açısından önemli bir nokta olabilir ya da sıklıkla karşımıza çıkan bir kavramı ya da bahsedilen bir şahsiyeti bilmeden yazıyı okumak çabası, yazının anlaşılmasını zorlaştırabilir. Örneğin; “1848 Devrimi tarihin determinist mantığını zorlayan bir gücü tarihin sahnesine çıkarıyordu” cümlesindeki “determinizm” kavramını tam olarak bilemeden yazarın anlatmak istediği yaklaşık olarak kavranabilmekte. En azından determinizm negatif bir kavram olarak hafızalarımıza kazınmakta. Böylesi anlarda, atlanmadan kavramın anlatmak istediği hızlıca öğrenilerek makaleye devam edilmeli. İçinde bulunduğumuz çağda bu tip teknik kavramları öğrenebilmek eskiye nazaran çok kolay ve hızlıca sağlanabilmekte. Burayı anlamadan makaleyi okuma çabası eksik bir çaba olacaktır.

Şimdiye kadar bahsettiklerimden yola çıkarak Kaldıraç dergisinin Temmuz 2018 tarihli sayısında yayınlanan Fikret Başkaya’nın “Mücadele zeminini değiştirmek” yazısını okurken aklıma takılan bazı hususlar üzerinden uygulamalı olarak birlikte tartışmak isterim.

İzin verirseniz yazıdan bazı bölümleri paylaşarak yazının bütünü üzerine olmasa da “irdeleyerek okuma” metodunu çalıştırmayı deneyeceğim.

“Mücadele zeminini değiştirmek” başlığından yazının bütünü de ele alındığında anlaşılacağı üzere var olan sisteme karşı mücadele edenlere yönelik öneriler ve eleştirilerin olduğu ilk elden anlaşılmakta. Hâliyle, mücadele zeminini ancak mücadele edenler değiştirebilir. Mücadeleye yeni atılacak kesimler için söylenen bir söz olmadığı anlaşılmakta. O hâlde kadın hareketleri, ekoloji hareketleri vb. de dahil olmak üzere sisteme karşı mücadele yürüten tüm organizasyonlar ve kişiler bu yazının hedef kitlesi olacaktır.

Yazının ilk paragrafında egemenlerin şiddetle süreklilik arz eden bir şekilde yönetmesinin istikrarsızlık sağlayacağından bahisle, “kaba kuvvet ve çıplak şiddet bakî kalmak ve son kertede devreye sokulmak kaydıyla, insanların verili durumu kabullenmelerini sağlayan bir ‘rıza’, bir ‘kabullenme’ yaratma yoluna gidiliyor.”

Metnin ilk paragrafına biraz bakalım. Örneğin; kuvvet ve şiddet kavramları kendi içinde tasnif ediliyor. Şiddetin çıplak olabildiği gibi örtülü de olabildiğini anlıyoruz. Aynı şey kuvvet tarifi için de geçerli. Son kertede devreye sokulan egemen sistemin şiddet olmadan var olmadığı sonucuna kendiliğinden ulaşabiliyoruz. Çıplak şiddete gerek kalmaması için egemen sistemin “rıza” üretmesi gerekliliği belirtiliyor.

“Rıza” üretimi gerçekten çok önemli bir kavram. Yazar “Son derecede önemli olsa da, bu kısa yazıda söz konusu ‘rıza’nın kimler tarafından, nasıl üretildiği sorusu üzerinde durmayacağım” derken, biz okurlara aslında bir görev yüklüyor:

1- Rıza kimler tarafından üretilir?

2- Rıza nasıl üretilir?

Başlı başına bir eğitim konusu yapılsa yeridir. Konu ile ilgili çalışan çok akademisyenden bu konuda destek istenebilir. Deniz Adalı’nın “Kapitalizm, İnsan, Bilinç ve Eylem” kitabı üzerinden konu tartışılabilir diyerek, Fikret Hoca’nın bizlere verdiği ödevi hatırlatmış olayım.

Devam edelim;

“Aslında siyasi partiler, seçimler, parlamento -meclis- demokrasiyi gerçekleştirmenin değil, engellemenin araçlarıdır.”

Yazar, bir sonraki paragrafta bu tespitini kanıtlayacak yeterince örneği okur için sunuyor; ancak burada durarak, okur şunun üzerine muhakkak düşünmeli. Bir parlamento nasıl demokrasiyi (burada hepimizin aklına “demokrasi ama kimin için” sorusu elbette gelmeli) engellemenin aracı olabilir? Eğer egemen sistem için bir rıza üretme aracı olarak işlev görüyorsa, parlamento o zaman elbette bunun için vardır diyebiliriz rahatlıkla.

“Şimdilerde kapitalizmin nihaî krizi yaşanıyor. Geri dönüşü olmayan eşik aşılmış bulunuyor… Artık çöküş dönemine girilmiş bulunuyor. Şimdilerde her yerde temsilî demokrasinin bol gelmesinin nedeni bu.”

Yazarın tespiti çok net: “Nihaî kriz”. Demek ki yazarın tespitine göre bu krizden sonra başkaca bir kriz yaşanmasına gerek kalmayacak. Bu kriz, sistemin sonuna kadar devam edecek. Tabii bir liberal çıkıp, yazının bütününden kopararak bizi, “kapitalizm bu nihaî krizden sonra gerçek özgürlük günlerine kavuşacaktır, dayanın” diyebilir. Aman dikkat!..

Eğer Ukrayna’da Neonaziler iktidara geliyorsa, Suriye’de IŞİD devleti kurulabiliyorsa, ülkemizde Saray Rejimi ile burjuva hukuk seçimler vs. dahi hiçbiri dikkate alınmıyorsa dünyanın hemen her köşesinden benzeri haberleri alabiliyorsak; temsilî demokrasi mekanizmalarının işe yaramadığını, kapitalizmin “rıza” üretemez hâle geldiğini, bundan dolayı “çıplak şiddetin” daha fazla görünür olacağını, çıplak şiddetin doğal sonucu olarak istikrarsızlığın kalıcı hâle geleceğini anlayabiliyoruz. O hâlde, dünya genelinde bir devrimci durum ortamı vardır diye düşünmemizi istiyor yazar diyebiliriz. Bu ise başlı başına saldırı psikolojisinin bizim saflara geçmesini, dünya geneli bir kalkışın yaşanacağını bize aktarmakta.

Böylelikle yazar ilk paragrafta sunduğu bilgilerin hepsini, bizimle yazısı boyunca adım adım işlemiş oldu.

“İnsanlık ve uygarlık böyle kritik bir kavşağa girmişken, hâlâ sahte demokrasi oyununun figüranı olmanın ne alemi var? Hiçbir kıymet-i harbiyesi olmayan temsil oyununa bel bağlamak, kapitalizmin reforme edilebilir olduğunu sanmaktır.”

Yazının yayınlandığı Temmuz 2018 tarihli sayısı, haziran seçimlerinin sıcağında hazırlanmış bir sayı. Kaldıraç dergisinin ilgili sayıdaki değerlendirme yazısında “seçim sonuçları seçimden günler önce bir TV kanalında yanlışlıkla yayınlandı” bilgisi bile aslında başlı başına seçim tartışmalarına ilişkin yazarın genel tespitlerini doğrular nitelikte.

İçinden geçtiğimiz 2023 yılının ilk aylarında, bu yazı kaleme alındığında seçimlerin yapılacağı bile henüz belirli değilken bırakınız seçimlere bel bağlayarak bir mücadele hattı oluşturabilmeyi, seçimleri gündemine alan bir faaliyet ağı örebilir miyiz sorularını insan ister istemez Fikret Hoca’nın yazısını okuyunca sormadan edemiyor.

Elbette seçimler gibi bir realite var. Elbette devrimciler, seçimler konusu somut olarak karşılarına geldiğinde döneme uygun olarak adım atabilirler ve atmalıdırlar da; ancak yazarın altını çizdiği noktaları, siyasal tespitleri, iyi anlamak ve tartışmak gerekli.

“Kölelik düzeni reforme edilebilir miydi? ‘Daha iyi kölelik, daha az kötü kölelik’ olabilir miydi? Feodalizmin iyisi olur muydu? Bir tek kapitalizm mi istisnadır? Kapitalizm reforme edilemez ama bal gibi yıkılabilir.”

Ne kadar sade bir dille anlatılmış; bir tek “kapitalizm mi istisnadır” diyerek. Hem bilimle uğraşacaksınız, süreçlerin genel yasalarını tespit edeceksiniz hem de yaratılan illüzyonun etkisi ile genel yasaları bir anda hiçe sayarak istisnalar yaratacaksınız. Hakikaten kapitalizmin sırrı nedir ki diğer sınıflı toplumlardan ayrıksı, tek başınadır? Sınıflı toplumların ortak özelliği, egemen sınıfın egemenliğine dayalı olarak ezilen sınıfı sömürmektir. Bunun için sistemin devamlılığı, yani bizdeki tarifi ile “devletin bekası” esastır. Machiavelli’nin “Prens” kitabı muhtemeldir ki o nedenle egemenlerin başucu kitabıdır. Kamu yönetimi bölümlerinde, hukuk fakültelerinde, işletme fakültelerinde hâlâ müfredatta, okuma listelerinde yer almaktadır.

“Kapitalizmde reformlar yok mudur? Yazar bunu mu ifade etmekte?” sorularını sabırlı okurun sorduğunu duyar gibiyim. Yazının bütününden yazarın neyi kastettiğini rahatlıkla çıkarabiliriz. Elbette yazara sormakta fayda var. Fikret Hoca’nın birçok yazısında, kanımca bu sorunun cevabını araştırıp bulabiliriz; ama “bal gibi yıkılır” cümlesini her gün göreceğim bir noktaya astığımı bilmenizi isterim.

Yavaş yavaş yazımızın sonuna geldik.

“O hâlde bu durumdan çıkmak için yapılacak ilk şey, kapitalizm dahilinde insanlığın bir geleceği olmadığı gerçeğini ikircikli olmayan bir tarzda kabul etmek ve onu yeniden üreten tüm yollardan çıkmak, tüm sahte oyunlara son vermek, burjuva demokrasisi denilenden medet ummamak, aldatılma, oyalanma, aşağılanma durumuna son vermektir… Bilincimizi özgürleştirmek, dünyanın gerçekliğine küresel oligarşinin ve yerli egemenlerin gözüyle değil, kendi gözümüzle bakmak ve başka şey yapmaya cüret etmek!”

Fikret Hoca yazının sonunda hepimize bir meşale tutmakta:

“İkircikli olmayan bir tarzda” ifadesini okuyunca, mücadelenin içindeki zayıflığı hissedebiliyor insan. İkircikli hâl, her zaman mücadeleyi zayıflatmıştır. Bu konuda Anadolu devrim tarihi sayısız örnekle doludur.

“Burjuva demokrasisi denilenden medet ummamak” öyle bir ifade ki “burjuva demokrasisi denilen” derken iğrenç bir şeye temas ettiğinizi iliklerinize kadar hissediyorsunuz; ama siz hissederken, dostlarımız maalesef aynı hissiyatı paylaşmıyor duygusunu da yaşıyorsunuz. Evet, kapitalizmden, faşizmden, oligarşiden vs. medet ummuyoruz doğrudur; ama sanki burjuva demokrasisi denildi mi işler değişiyor, bazı dostlarımızın bilinçlerinde bir bulanıklık hâli ortaya çıkıyor gibi bir his uyandırıyor “burjuva demokrasisi denilen” ifadesi. Evet burjuva demokrasisi burjuvalar için demokrasi, biz işçiler için ise diktatörlüktür. Mücadele yürütenlerin bu netlikte bakabilmesini istiyor yazar.

“Dünyaya kendi gözümüzle bakmak” ve bakılmasını sağlamak. Aslında devrimci yayınları daha iyi okumak, anlamak ve daha fazla kişinin okumasını sağlamak diye yorumlamak istiyorum. Bilinç bulanıklığına izin vermeden düzeyli ideolojik mücadeleyi sürekli olarak yürütmemiz gerekli diye kurguluyorum.

Bu noktada, biz Kaldıraç dergisi okurlarına çok ama çok fazla iş düşmekte.

Yayınlarımızı daha derinlikli okumalıyız. Bu okumalar sonucu elde ettiğimiz bilgileri, işçi sınıfı ile mücadele dostlarımız ile etkili bir şekilde paylaşmalıyız.

Propaganda bugün elimizdeki en önemli silahlardandır. Ve etkimiz sanıldığından daha da yüksektir. Bu gücü devrimin kaldıracı yapmak için ileri!

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz