Durak Öyküleri – 1

Bir gün köylüler Nasreddin Hoca’yı yine küskün ve asabi bir halde gölün kenarında görmüşler. Hepsi de pek şaşırmış. İçlerinden bir hınzır, Hoca’ya doğru yaklaşmış ve sırıta sırıta sormuş,

– Yahu Hocam, göl maya tutar mı?

E tabi hoca bu, durur mu? Hemen nakşetmiş cevabı.

– Oğlum sen gerizekalı mısın?

Oğlan da köylü de bu cevaba pek şaşırmış. Çünkü gerizekalı kendi aralarında kullanmayı çok tercih ettikleri bir kelime değilmiş. Hoca devam etmiş.

– Oğlum sen mal mısın bıraksana benim peşimi!

Mal mı? Ahalide yine aynı şaşkınlık.

– Hocam niye öyle diyorsun? Köylünün önünde ayıp oluyor ama.

Hoca devam etmiş.

– Ne köylüsü ulan, ne köylüsü, kimse yok yanında. Gelmişsin beni dikizliyorsun ordan yine. Kimse de yok yanında. Hem maya mı çalıyorum oğlum sence  ben göle? Maya mı acaba bu?  Çamaşır yıkıyorum ben çamaşır. Maya mı bu, bak bakalım maya mı?

– Maya işte maya.

– Ne mayası lan! Sabun bu be, sabun! Kör müsün, sabun işte. Evladım bak mabadından uydurup, gidip abuk sabuk hikayeler anlatıyorsun millete, ondan sonra da benim adım çıkıyor. Yok hoca eşeğe ters binmiş, yok hoca göle maya çalmış… Yapma artık şunu. Bak kaç kez rica ettim, kaç kez sövdüm, kaç kez dövdüm, kaç kez komaya soktum seni, hala vazgeçmiyorsun.

– Hocam sinirlenme tamam, her seferinde aynı şeyi konuşuyoruz, uzatmayalım köylünün önünde.

– Bak hala köylü diyor. Oğlum yalnızsın sen kimse yok yanında. -kim –se –yoook -yok. Aklını mı kaybettin sen çocuğum, delirdin mi, tırlattın mı sen?

– Tamam hocam yalnızım. Tamam yalnızım. Uzatmayalım lütfen.

– Ne demek uzatmayalım! Bırak o zaman artık peşimi, bırak köylüye yalan yanlış hikayeler anlatmayı. Peşime çocuk takıyorsun bir de, gece gündüz beni takip ettiriyorsun. Para veriyorsun di mi o çocuklara da?

– Hocam ben de bu işten geçiniyorum sen de biliyorsun ki. N’apayım? Çocuklar da kazanıyor. Herkese faydalı bir iş yani bu!

– Yahu sen geçineceksin diye benim adımı hocaya çıkarttın, herkese madara ettin, beni güldürttün, benim ne çıkarım var bu işten, bana faydası neymiş acaba bunun?

– Nasıl faydası neymiş hocam, bak ne güzel meşhur bir adam oldun. Bırak köyü, vilayet sınırlarını bile aştı ismin.

– Yahu iyi de benim ismim hoca değil ki, sadece Nasreddin. Hem meşhur olmak benim neyime yarayacak! Karnımızı mı doyuruyor meşhurluk?

– Oo, hocam sen açık açık payını mı istiyorsun benden? O zaman şöyle yapalım, ben senin menajerin olayım birlikte çalışalım. Sen bu günlük hayatına devam et ben senin yanında dolaşayım, ara sıra da köylüye hikayeler anlatıp paramı kazanayım. Sana da payını veririm tabi.

-Ben para da, ün şan şöhret de istemiyorum. Beni rahat bırak yeter. Hem bu saf köylüler meteliğe kurşun atarken seni nasıl zengin ediyorlar yahu?

– Onların verdiğiyle karın mı doyar hocam!

– Bak hala hocam diyor yahu! Vallahi vurucam leğeni kafana.

-Tamam tamam, kızma! Nasreddin Abi… Köylülerin verdiği neye yetecek. Ben asıl parayı bizim vilayet de çalışan bir adamdan alıyorum.

-Allah allah, devlet ne diye para veriyor sana bu zırvalar için?

-Vallahi ben de bilmiyorum hocam. Afedersin… Nasreddin abi… Ama vilayet adamının dediğine göre bu köylüye böyle hikayeler lazımmış konuşacak. Öyle kahvede bir araya gelip yok mazot fiyatlarıymış, yok pamuğu tütünü elinde kalmışmış, yok bilmemne konuşulmasınmış. Bir de senin namın kötü yürümüş onu düzeltmemiz gerekmiş…

– Sağolsun devletimiz. Tamam kardeş ben anladım seni. Ama istemiyorum ben hiç birşey. Bu da seni son uyarışım. Hadi var git yoluna.

– Benim dışımda da hikayeciler var. Hem buralarda değil her yerde varmış bunlardan. Mesela cinli hikayeler anlatan bir adam var köy köy gezip. O da fena kazanmıyor. Bir diğeri hiç yaşanmamış savaşların destanlarını, hiç doğmamış bebelerin kahramanlıklarını anlatıyor. En iyi de o kazanıyor vallahi. Ee ne diyorsun hocam, birlikte miyiz bu işte?

Hoca bu son lafı da duyunca iyicene sinirlenmiş, artık dayanamamış, leğeni eline almış tam oğlanın kafasına geçirecekmiş ki…”

– Yahu baba gene ne anlatıyorsun çocuğa. Çocuk da inanıyor sana. Nasreddin Hoca anlatıyorsun bari hikayenin doğrusunu anlat.

Babam tam zamanında gelip hem benim hem dedemin keyfini kaçırmıştı yine. Tabi dedem bu, durur mu, hemen  nakşetmiş cevabı.

– Ya doğrusu buysa…

Cevabı dedem nakşetti ama babam çok güldüm diye yine bana kızdı. Sonra da hiç bir şey söylemeden kapıyı sertçe çekip çıktı. Saygısız. Babaya yapılacak hareket mi bu? “Neyse ufaklık, unutma, itibar insanın bugüne dek biriktirdikleriyle hayallerinin toplamıdır ve hep korunması gereken bir şeydir.”  Dedi ve sustu dedem. Dedem bildiği ne kadar öykü, hikaye, masal varsa mutlaka değiştirerek anlatırdı. Sebebini sorduğumdaysa hep “intikam” diye cevaplardı.  “İntikam oğlum intikam. Bak, etrafında gördüğün ne kadar insan varsa hepsinin hikayesi değiştirilmiş oğulcağzım, çarpıtılmış, çarpıklaştırılmış, kendi hikayesini yaşayan bir allahın kulu yok bu memlekette. Ben de öyleyim, baban da. Haa kendi hikayemizi yazmak istemedik mi, istedik. Ama beceremedik, izin vermedi felek.” Çok derin içerikli olduğunu, dedemin konuşurkenki bakışlarından tahmin ettiğim bu açıklamayı 9 yaşımda anlamam pek de mümkün değildi.

Bunu anlamam içinse aradan yirmi yıl geçmesi, hem çok tanıdığım bir yandan da hiç tanımadığım birinin ölmesi gerekecekti. İkisi de oldu. Aradan yirmi yıl geçti. Bir Pazartesi sabahı, sevimsiz bir kasım soğuğunda, rahatsız edici bir ıslaklığın içinde, sanki kimsenin kimseyi sevmediği, 12 kişilik sabit nüfuslu bir otobüs durağında çok daha iyi anlayabiliyorum artık dedemin ne demek istediğini. Bu durakta etrafımdaki insanlara baktıkça “dedemin intikamı” daha da anlamlı bir eyleme dönüşüyor gözümde. 12 kişiyiz şimdi. Her sabah hep aynı durakta, hep aynı saatte birbirini fark etmeden buluşan aynı semtin birbirini tanımayan sakinleriyiz biz. O kadar sakiniz ki, dışarıdan bakanların ayakta ölmediğimizi anlayabilmesi için gelip bizi sarsması gerekir. 2 tanemiz cumartesileri gelmiyor. Şanslılar. Diğerleri 6 gün çakılı. Ben kendimi gizli sınıf başkanı ilan etmişim. Her sabah yoklama alıyorum. Bu işi kolaylaştırmak için de bazılarına isim verdim. Pikaçu, Lefter, Kaptan Mağara Adamı, Kırk Sakallı Madonna (sayabildiğim 40 tane sakalı olan bir teyzeydi), Magirus, Şirine, Herkül, Leblebi, Daphne, Balya, Yaşlı-1, Yaşlı-2, Yaşlı-3. Bazı insanlar yaşlandıkça birbirine benzediği için yaşlıları numaralandırmıştım. Değer vermediğimden değil yani. En çok da onlara özen gösteriyorum aslında. Yaşlılardan biri bir sabah gelmediğinde huzursuzlanıyorum.  Kötü kötü şeyler geliyor aklıma, telaşlanıyorum. Ertesi günü zor ediyorum. Yersiz bir telaş gibi gelebilir size ama inanın değil. Daha geçen haftaya kadar 13 kişiydik. Bir kişi eksildik. Yaşlı-2 gelmiyor artık. Artık  55-60 yaşlarındaki sakallı, kahve deri ceketli ve hala 216 içen amca aramızda değil. Öldüğünü durağa yaptığı devamsızlığının 3. Gününde muhtarımızdan duydum. Geri kalanlarımızın kaçı bunun farkındaydı bilmiyorum ama benim bir kişi eksik yoklama almaya alışmam zor olacaktı. Bir haftadır başka bir şey getiremiyordum aklıma. Bu eksilmeyi farklı boyutlarıyla düşünmek zihnimi öyle açıyor ve beni o kadar hırpalıyordu ki bazen kendi ailemden biri ölmüşcesine acı verebiliyordu.

Kulaklıklar, akıllı telefonlar, sigaralar, bulmacalar, buğulu gözlük camları, dalgın bakışlar, derin iç çekişler, hiç anlatılmamış dertler, çelişkili hayaller… Sanki bu duraktaki her şey insanlar birbirleriyle konuşmasın, birbirini fark etmesin diye vardı. 10-15 dakikalık vasıta bekleyişi ve 40-45 dakikalık yolculuk (otobüsten sonra bir de metro faslı vardı ama o kısımda ayrılıyordu ekip) birlikte düşünüldüğünde hergünün neredeyse 1 saati birlikteydik. Yılda 365, iki yılda 730 saat. Kayda değer bir zaman. Ne var ki biz 13 kişilik nüfusumuzla semtimizin güzide duraklarından birinde bu 730 saati aval aval üşüyerek, terleyerek ya da hiçbir şey hissetmeyerek geçirmiştik. Ve artık kahve deri ceketli abimiz, 216 paketini de alıp aramızdan ayrılmıştı. Belki de mizah kabiliyeti en yüksek kişiydi bu şehirde. Her sabah fıkralar, bire bin katılmış iş yeri dedikoduları anlatır tüm durağı neşelendirirdi, kim bilir. Ben de dedemi hatırlar mutlu olurdum. Hatta dedemin modifiye edilmiş “Nasreddin Abi” hikayelerinden anlatırdım ben de. Hakikaten kim bilir?

İşte bir hikaye daha biz hiç bilemeden, biz hiç öğrenemeden, ezberlediğimiz rutin, sıkıcı tahminlerimizle kaybolup gitti aramızdan. Kahve deri ceketli abinin kendi hikayesi neydi? Var mıydı? Kim değiştirmişti? Neden değiştirmişti? Neden onun da tüm bakışları sigara dumanının arkasında kayboluyordu her sabah?

Bu sorular beni kahrediyordu. Onun hakkında hiç bir şey öğrenemeden, onu azıcık da olsa dinleyemeden toprağa karıştığını düşünmek, şimdi bu durakta yanımızda olabilecekken etlerinin kemikten ayrılmaya başladığını düşünmek… Sapasağlam bir beden nasıl olur da şimdi tonlarca toprağın altında ayrışmayı bekler?  Nasıl olur da kahve deri ceketli abi önümüzdeki bayram sabahı kalkıp bir sigara daha yakamaz?

Hayır hayır! Bu son söylediklerim apaçık ölüm korkusu. Anlatmak istediğim bu değil. “Nasreddin Abi”lerin hikayesiyle ilgiliyim ben. Madem ki sınıf başkanıyım, madem ki ben alıyorum yoklamayı. Bu duraktan kimse ama hiç kimse benimle konuşmadan ayrılamaz artık.

Sevgili dede,

Şimdi senin intikamını yeniden alacağım. Çalınmış, değiştirilmiş, aynılaştırılmış, önce hiç, sonra iç, en son da piç edilmiş tüm hikayeleri öğreneceğim. Evet başlıyorum. Seç birini. Lefter? Bugün çok gergin. Yaşlılardan biri? Onları ikinci aşamaya bırakacağım. Biraz daha konuşmaya açık görünen birisi olsa. Daphne? O olmaz, ondan hoşlanıyorum. Şirine? O da olmaz ondan da hiç hoşlanmıyorum. Otobüs gelmek üzere. Acele etmem lazım. Balya? Gözünde çok çapak var, konuşurken gözüm takılır, ayıp olur adama. Hadi seç artık. İsminin hatırına seni seçtim uzun boylu adam. Evet geliyorum. Hayır gelemedim. Geldim geleceğim. Evet başlıyoruz.

-Merhaba Pikaçu. Tabi ki o Pikaçu kısmını duymadı.  –Merhaba kardeş, dedim. –Ben Efe.Merhaba dedi. -Ben Yılmaz.Memnun oldum. O da oldu sanırım. Elleri sıcaktı, bu durağın başkanı ve girişkeni ben olmama rağmen sanırım benden on kat daha özgüvenli birine denk gelmiştim. Yoksa elleri bu kadar sıcak olamazdı. Sıcaklıkla bunun ne ilgisi vardı? Sohbetin Merhaba’dan sonraki kısmı için hiç bir hazırlık yapmadığım için, bir de Yılmaz’ın bu soğukta nasıl bu kadar sıcak elleri olabiliyor diye düşünmekten bir süre hiç bir şey söyleyemedim. İlk merhaba diyen taraf olarak devam etmesi gereken kişi de bendim, bu zorunluluk da bana fazladan panik yaptırabilirdi. Buna izin vermeden devam etmeliydim. Gerçi Yılmaz öyle emin bakıyordu ki yüzüme sanki ben hiç bir şey söylemesem de o devam edebilecek gibiydi. Elele tutuşmuş öylece dururken, saniyeden çok daha az bir zamanda; duraktaki bir kaç kişinin bizi fark etmiş olabileceğini, bunlardan birinin Daphne olabileceğini, Daphne’nin benim saçma hareketler yapan dengesiz birisi olduğumu düşünebileceğini düşündüm, paniğe esir düşmek üzereydim, artık bir devam cümlesi seçmeliydim, seçtim ve hemen devam ettim. –Sana bir Nasreddin Hoca hikayesi anlatayım mı? Dedim. Bu kadar kötüsünü ben de beklemiyordum. Kızardım. Neyse ki hava soğuktu. Pikaçu yani Yılmaz da hiç beklemediğim şekilde yüksek sesle güldü. Bu sefer kesin fark edilmiştik. Muhtemelen Daphne de… Amaan boşverin şimdi Daphne’yi. Yılmaz’ın gülüşündeki samimiyetten bunun beni hor gören bir kahkaha olmadığı, söylediğimin hoşuna gittiği apaçık belliydi. Ben de gülümseyerek devam ettim.  –Yahu Yılmaz, daha anlatmadan gülmeye başladın. Seviyorsun demek Nasreddin’i. Yalnız benim hikayeler biraz farklıdır. Dedim. Yılmaz çok yürekten cevapladı. –Yok Efe ondan değil. İhtiyacım varmış benim de, dedi.

İhtiyacı mı varmış? Bana, benim dediklerime, benim anlatacağım hikayeye ihtiyacı mı varmış? İçimdeki amel Yılmaz’ın söyledikleriyle taçlanmış, parıltılı bir yıldıza dönüşmüştü. Parıltı görülebilecek bir şeydir ama ben sesini bile duyabiliyordum neredeyse. Yılmaz bu nezaketi ve içtenliğiyle onunla aslında neden konuştuğumu bilmeyi hak etmişti. Ona önce, bizim durağı, nüfusu, yaşlıları, devamsızlıkları, hatta belki Daphne’yi, dedemi ve kaybolan hikayelere dair ortak sorumluluğumuzu anlatacaktım. Yılmaz’ın bende yarattığı güven, davranışıma hemen yansımıştı. Olgun, yapıcı, öğütleyici bir ses tonuyla konuşmaya devam ettim.

-Yılmaz, benim dedem çok güzel hikayeler anlatırdı eskiden. Anlattıklarının içinde önemli olan hep hikayenin kendisi olurdu. Bir hikayeyi bilmenin, hikayeyi yaşamanın, hikayeyi değiştirmenin kendisi. Belki fark etmemişsindir bu durakta 13 kişiydik biz. Geçen haftaya kadar yani. Bir amca vardı, kahve deri ceketli. İşte o bir haftadır yok.”  

Yılmaz’ın bakışları nedense değişmişti. Bu yapmacık konuşmamdan hoşlanmamış olabilir diye düşündüm. Az önceki gülümseme yüzünden silinmişti, cümlelerimin bitmesini sert, biraz da sıkkın bir ifadeyle bekledi. Ben durunca derin bir nefes aldı, paltosunun cebinden bir paket sigara çıkardı. Bana da uzattı bir tane. Elimi uzatıp sigarayı alırken paketin üzerindeki rakamları gördüm. 2-1-6. Beynime bıçak saplamış gibi hissettim. Yılmaz sigaralarımızı yaktı. Aklımdaki şey doğru olmasın diye dua ettim, ne olur olmasın, ne olur! Yılmaz konuşmuyordu. Sigara bitince mi konuşacaktı? Uzun 216 kaç dakikada biterdi? İkinci nefesten sonra dedi ki; Biliyorum Efe, kahve deri ceketli adam bu sigaradan içerdi, ama artık içmiyor, kendisi babam olur. Sustu. Ben zaten susmuştum. Bir daha ne zaman konuşabilirdim bilmiyorum. Yerine dibine girdim. Yılmazsa sanki girdiğim o yerin dibinden çıkartmak için elini bana doğru uzatır gibi sözleri bitince yeniden gülümsedi. O gülümsemeyle birlikte bende yine bir umut, anlamsız bir neşe.

Sevgili dede,

İlk denememde nasıl böyle büyük bir ahmaklık yapabildim ben de bilmiyorum. Hem sigaraya başladığım, hem de Pikaçu’nun kalbini kırdığım için üzgünüm. Ama söz, kendimi affettireceğim. Seni yeni arkadaşımla tanıştırayım. Pikaçu, yani Yılmaz.

(Devam edecek.)

 Efe İnce