Durak Öyküleri – 2

Hazırlıksız Randevu

Ben de gülümsedim. Hayatın kritik anlarında nasıl davranılması gerektiğini hiç öğrenemedim. Bunun yerineyse böyle anlarda zihnimi kilitleyip mesele bittiğinde neler olup bittiğini hatırlamamayı öğrendim. Birisi yanımda hapşurup burnunda bir şeyler kaldığında, hasta ziyaretindeki bir patavatsız “bizim amca da bu hastalıktan gitti” dediğinde, yanımda bir Kürt arkadaşım varken başka birisi şuursuzca Kürtlere sövdüğünde, işte böylesi lanet durumlarda içimdeki aya duygusu başkaları adına patlamalar yaşar, bilincim kendini korumak üzere içine kapanan kaplumbağalar gibi kapanır. Tehlike geçtiğinde yavaş yavaş geri çıkar, hayatına devam eder. Bu huyumu iki üç sene içinde terk etmek istiyorum.

Ne kadar zaman sonra olduğunu bilmiyorum, otobüs geldi. Bizim duraktan binince yer sıkıntısı yaşamadığımız için ben genelde en son binerim, (iş dönüşü duraklarının çılgın koltuk savaşları hakkında daha sonra konuşacağız) Pikaçu’nun kaçıncı sırada bindiğiniyse hatırlamıyorum. Yılmaz sigarası bitmediği için herkes binene kadar bekledi, son fırtı çekip izmariti yere attıktan sonra ayak ucuyla güzelce ezdi. Ben parmaklarımın arasında hala yanan bir finstın olduğunu onun bu hareketleri bittiğinde fark ettim. Onun hareketlerinin aynısından yapıp sigaradan kurtuldum. Birlikte kapıya yöneldik. Sanki restoran kapısından giriyormuşuz gibi zaten açık olan otobüs kapısının boşluğuna doğru hayali bir hareket yapıp ona öncelik verdim. O da omzuma vurup. – Geç hadi. Dedi. Ben – Yok abi bin sen. Dedim. – Geç hadi geç. Dedi. Tövbe esrağfurullah. İçimde fokurdayan garip bir ilk randevu heyecanıyla, Yılmaz’ı önden bindirdim. Böylesi bir heyecana hiç hazır değildim. İyi ki önden ben binmedim. Muhtemelen onun yerine kart basıp müthiş gereksiz bir nezakette bulunacak ve olaydan sonraki birkaç gün bunun utancıyla yaşayacaktım. Ey güzel allahım! Aylardır Daphne’yle yaşamak istediğim bu en güzel heyecan türünü Pikaçu’yla yaşamayı nasip ettin bana. Hikmetinden çeşitli suallerim var amma şimdi sırası değil. Arka koltuklara doğru ilerlerdik.

Yüzlerce kez bindiğim bu otobüste hiç yaşamadığım hisler içinde, herkes bizi görsün ve arkadaş olduğumuzu fark etsin diye Yılmaz’a olabildiğince yakın yürümeye çalışıyordum. Ben yalnız değildim ama diğerleri öyleydi. Biz artık, kankaydık, kardoyduk, broyduk… Lisenin imrenilesi arkadaş grubuna katılmış gibiydim. Özellikle malum şahıs bunu derhal bilmeliydi. Sağlı sollu, ikili koltukların ve herhangi bir günde hep gözlerimi kaçırarak süzdüğüm insanların arasından ilk kez onlarla göz göze gelmeye çalışarak yavaş yavaş ilerledim. Durak sakinlerini tek tek geçiyorduk; Lefter, Şirine, Yaşlılar serisi, Leblebi… Fakat nafile! Cam kenarındakiler dışarıda akan görüntülere, koridor tarafıysa telefonlarına çoktan dalmıştı bile.  Olmadı. Neyse.

Tekerlek üstüne denk gelen koltuklara oturduk. İlk buluşma için fazla zıplamalı bir yolculuk olacak ama ziyanı yok. Şimdi Yılmaz’la ne konuşacaktım? Alelade bir günde, alelade kişilerle yanyana geldiğimde konuşkan olmayışıma aldırış etmem. Gelgelelim hayatımın kıymetli buluşmalarında konuşacak bir şey bulamayıp o kıymetli şahış tarafından sıkıcı addedilmek korkusu ömrümden ömür götürmüştür hep. Yine aynı korkuya kapılmak üzereyken birkaç dakika önceki gafımı hatırladım. Ne diye konuşacak konu arıyordum ki. Zaten söyleyebileceğim tek şey vardı. “Başın sağolsun.” Yarebbim çok zor. Ağır ağır Yılmaz’a döndüm ve söyledim. –Abi başın sağolsun. – Ben bilmiyordum, fark edememişim baban olduğunu. Yılmaz şaşkınca yüzüme baktı. Gerçekten şaşırmış ve sanki bir deliye bakar gibi bakıyordu bana. Bir süre bekledim. Sanırım konuşmak istemediği bir konuydu. Üstelik de daha demin tanıştığı bir yabancıyla. Derin bir nefes çekip verdi. Sonra,

–Başım mı sağolsun? Babam ölmedi ki benim Efe!? Nereden çıktı bu laf şimdi?

–Ölmedi mi?

–Yo ölmedi?

–Ama bizim muhtar öldü dediydi.

–Yok kardeş karıştırmıştır o, ölmedi babam.

–Allah allah, ölmedi demek.

–Ölmedi yahu.

-Abi çok afedersin. Ben bir süredir durakta göremeyince, bir de muhtardan öyle duyunca.

-Önemli değil.

Allah belanı versin muhtar, bir boka yaradığın yok zaten, koca gün kahvede dedikodu peşindesin, verdiğim oy da haram zıkkım olsun sana. Bu vesileyle neden yazıldığını bir türlü çözemediğim o şiirin manasını anlamıştım sonunda. “Dünya meşin bir toparlaktır. Allah da gol.”  Neredeyse santradan yediğim bu golden sonra üstadın bu şiiri geldi aklıma. Sanırım kısa olduğu için ezbere bildiğim birkaç şiirdendir. Üstad neden bu derece abzürt bir şiir yazdı diye merak etmişimdir hep. Muhtemelen buna benzer bir anıdan sonraydı. N’apılıyordu böyle zamanlarda? Tekrar özür.

-Vallahi çok afedersin Yılmaz. Allah da gecinden versin zaten. E niye gelmiyor peki kaç gün oldu?

Bu hesap sorar tavrım Yılmaz’ı güldürdü.

-Demek sen epey takipçisiydin babamın ha Efe?

-Babanın değil sadece abi, duraktaki herkese bakıyorum her gün.

– Garip. Ama takdire şayan bir hareket Efe. Bir gün fırsat olduğunda bunu neden yaptığını da anlat bana.

Tabi dostum, tabi kardom benim, anlatırım tabi sana bunu neden yaptığımı. Bağıra, çağıra anlatmak istiyorum zaten. Avazım çıktığı kadar, nefesim yettiği kadar anlatırım. Anlatırım tabi ama neden şimdi anlatmıyordum acaba Yılmazcığım. Neden fırsat olduğu bir zamana ertelendi bu mutşinaz*[1] konuşma. Zıplaya zıplaya işe gitmek dışında ne işimiz var allasen Pikaçu? Şu an gayet fırsatımız yok mu ki? Var. Neden Pikaçu neden? Neden döndün camdan tarafa böyle? Neden o uzun, kara kirpiklerinle çizikliyorsun soğuk camın buğusunu. Sıkıldın mı benden, hayır sıkılmadın. Yorgun musun, hayır domuz gibisin maşallah.

Canın mı sıkkın, canın mı sıkkın, canın mı sıkkın? Evet, canın sıkkın ve konuşmak istemedin. Ama aynı zamanda beni de kırmak istemedin. Nasıl da yumuşak bir geçişle yapmıştı bunu Yılmaz. Ben olsam o an istemediğim bir sohbete nasıl kurtulacağımı bilemediğim için çaresizce maruz kalır ya da pislikçe reddederdim. Yılmazsa ne bana kabalık etti ne kendine haksızlık. Başarılı bir hareket.

Bu vicdanlı gücü, bu nezaketli zekayı not ediyor, repertuvarıma alıyorum. Sağol bro. Peki neden şimdi değil hakkaten? Yılmaz yumdu gözlerini. Uyumuyordu. İnsan uyumuyorken, göz kapağından süzen ışık göz bebeğini oynatır durur. Gerçi Yılmaz da uyuduğunu iddia etmedi. Bu benim kendi can sıkıntım her zamanki. Bir süre yol aldık. Bir kaç durak ilerledik. Sonra onu biraz daha yakından incelemek istedim. Ağzına, burnuna, elmacık kemiklerine bakacaktım. Tam onu dikkatli dikkatli izlemeye başlamıştım ki Yılmaz birden gözlerini açıp bana döndü. Kümesten tavuk yürüten tilki gibi bakakaldım suratına. Yakalandım ama suçum neydi ben dahil kimse bilmiyor. Ama muhtara sorsan o kesin bir suç uydurur bana. Dedikoducu, pis, ihtiyar.

– Efe sen nerede iniyorsun?

– Senden dört durak sonra.

Onun indiği durağı bilmeme pek şaşırmadı. Ben etkilenir diye düşünmüştüm.

–  Eğer uyursam beni köprü durağında uyandırsana.

– Tamam abi sen rahatına bak. Hasta filan mısın bu arada?

– Yok yok değilim.

– Yorgun musun abi?

– Değilim.

– E ne bokuma uyuyorsun o zaman, sohbet edecektik.

Bu son cümleyi içime akıttım, dışıma taşırmadım. Neyse, uyusun bakalım. Nasılsa arkadaşız artık. Yılmaz’dan ilk görevimi almıştım. Ona karşı ilk sorumluluğum. Ben de uyuyakalırsam, köprü durağını kaçırırsak, muhtemelen bu muhteşem bir ilk tanışma anısı olurdu. Yıllar sonra bile gülerek anlatırdık bunu. O zamana dek edindiğimiz yeni arkadaşlarımızla birlikte gülüşürdük. Bilerek uyuya mı kalsam acaba? Hayır! Çok riskli.

Yılmaz uyuyor ben de ilk kez gördüğüm yerlerde tatile çıkmış gibi etrafı seyrediyordum. Otobüs ışıkta, durakta, trafikte durduğunda canavar motor yüzünden koltuklar, tutunma direkleri, dikiz aynası, camlar zangırdıyor, Yılmaz’ın kafası saniyede üç dört kez cama çarpıyordu. Hücre israfı! Yılmaz uyanır gibi oluyor ama tekrar gözlerini yumuyordu. Ben onun her irkilişinde “daha gelmedik” der gibi dizine, omzuna filan dokunup onu sakinleştiriyordum. Çarpmaların şiddeti arttığında Yılmaz gözlerini açtı. Gözlerini kısarak nereye geldiğimize baktı.

-Daha bir durak var abi burası değil.

-Ha iyi, erken ineyim de bir çorba içeyim. Ayılamadım bu gün bir türlü.

Haydaa, oldu mu şimdi tek kelime laf etmeden? Kırgınlığımı hususi belli etmeye çalışarak, geçmesi için ona yol verdim. Tabi o anlamadı. Koridor tarafına geçip ayakta bana doğru eğildi.

– Abi akşam n’apıyorsun? Benim 9’dan sonra boş. Hiç konuşamadık, takılalım mı biraz?

İnanamıyorum. Akşam ne mi yapıyorum? 9’dan sonra boş mu muyum? Çıkma teklifi almış gibi heyecanlandım. Boşuuuum diye bağırasım geldi. -Olur abi, dedim. – O zaman 9.30 gibi durakta buluşuruz, senin eve de yakın nasılsa. dedi, direklere tutunup biraz gerindi, artık tam olarak uyanmıştı ve atik bir çita gibi üç dört adımda otobüsten indi.  Tanrılar Çıldırmış Olmalı filmindeki küçük kahverengi adamlar gibi koştur koştur gitti sonra.

Benim gözlerim en açık haliyle kaldı, aklımdaki sorular cevaplanmak için birbirinin üstünden atlıyor, adeta yarışıyorlardı. Hizaya dizip sırayla girişmezsem cevaplamam mümkün değil. Bir. Yılmaz benim evimi nereden biliyor? İki. Yol boyu bu kadar soğuk davranıp akşam buluşmayı istemek neden? Üç. Neden bana telefonunu vermek yerine buluşacağımız yeri söyleyip gitti. Dört. Ben bu ayki telefon faturamı ödememiş miydim? Beş. Yılmaz’dan etkilenmiş olmamın gerçek sebebi; ona yaptığım gaf nedeniyle hissettiğim suçluluk mu, sadece yeni bir arkadaş edinmiş olmak mı, Yılmaz’ın bana kısacık sürede iki kez değerliymişim gibi hissettirmesi mi? Altı. Ben hangi durakta inecektim? Yedi. Yılmaz söz verdiği gibi akşam 9.30’da orada olacak mı? Sekiz. Akşam ne konuşacağız?

Tüm bu soruları cevaplamak en az sekiz saatimi alır benim. Fatura ve hangi durak sorularını kendime alıp geri kalanları Yılmaz’a bıraksam olmaz mı? Olur tabi.

Beynimde birbirini çifteleyen bu sorularla yola devam ettim. Yılmaz inince otobüs yolculuğu bütün anlamını ve gizemini yitirdi. İneceğim durağı hayatımdaki zorunlu bir rutin gibi bekledim. Bekledim, bekledim. Kendime söz verdiğim için telefonu çıkartıp ona buna, sağa sola bakmadım. Bir haftadır sosyal medya diyetindeydim. Bir iki durak daha bakmadım. Bakmadım. Sonra baktım. Yılmaz sanki kafa hapı gibiydi. Müthiş bir yükselişten sonra hayatımı karartan bir çöküş yaşıyordum. Aslında hayatımda tatminkar şeylerin de olduğu bir dönemdeydim. İşyerinde geçen hafta aldığım ama bugün yürürlüğe girecek ve diğer çalışanlara açıklanacak olan terfi/zam heyacanı ile Yılmaz’ın yarattığı coşku birleştiğinde ortaya epey mutlu bir ben çıkar diye düşünmüştüm. Şimdiyse ne zam ne terfi. Şuncağız bir heyecan yok içimde. Bu zammı düşünüp krediyi çekmiştim bile, bir ev taksidine başlayacak, mümkünse semt değiştirecektim. Dengem, ayarı bozulmuş bir terazi gibiydi. İbre sabit, göstergeler bir o yana bir bu yana. Yılmaz’ın kafamın içine ektiği sorular, sabahki ayıbım, uzun zaman sonra yeni bir insanla kısa da olsa samimi bir sohbet? Nedir şirazeyi bu kadar zorlayan? Nasıl kaçılır bu kavrayıştan? Neden bu kadar zor mutlu kalmak? İşte o zalim o durak. İniyorum.

Kafamı toplamam gerek. Ofise o muhteşem güleryüzüm ve gelecek vaadeden genç yetenek görüntümle girmeliydim. Bugün toplamda 5 kişinin dengi, 3 kişinin altı ve 1 kişinin iki altı olan pozisyondan, 6 kişinin üstü, 2 kişinin dengi ve sadece 1 kişinin altı pozisyonuna geçiş yapıyorum. Çalışanlar olarak pozisyonlarımız patronlar tarafından belirlenir. Patronlar bizi hangi pozisyonda seviyorsa öyle yaparlar. İyi bir çalışanın en önemli özelliklerinden bir tanesi de bir pozisyondan bir başka pozisyona hızlı şekilde geçiş yapabilmesidir. Zorlandığım noktalar olmakla birlikte bu işte de fena değilimdir. Yılmaz’ın bunu mahvetmesine izin veremem. Kendimi kariyerimin gül dökülmüş, mis kokulu yollarına bırakmak, toplamda 8 kişi tarafından ancak kapısı çalınarak girilebilen odamda pozisyonumun tadını çıkarmak istiyorum şimdi. Daha doğrusu istemeliyim. İstemeye çalışıyorum. Çalışıyorum. Evet. İstedim. Şu an ister haldeyim.

Ofise girdim. Her zamanki gibi yarım bardak kahvemi aldım ve masaya yöneldim. Bu hareketim geçen yıl patronun gözüne çarpmış ve beni israfa açtığım kutsal savaş sebebiyle tebrik etmişti. O günden beri canım tam kahve içmek istese bile özellikle yarım kahve almaya devam ettim.  Emektar ofis sandalyesine yerleşecekken camekanlı odasından bana iki parmağının nazik hareketleriyle “gel, gel” diyen patronu gördüm. Patronun yanına gitmeden önce üç yıldır her sabah gelip oturduğum bu tekli masaya veda edercesine baktım. Sanki bu masa hiç benim olmamış, hiç orada çalışmamışım gibi geldi birden. Bir anda nasıl küçülmüş, nasıl alçalmıştı gözümde. Hem bu masa, hem diğer tekli masalar, şu an o masalarda oturan ve birkaç saat sonra bir alt pozisyonumda olacak diğer çalışanlar. Normalde akşam ilan edilecekti yeni pozisyonum ama patron seramoniyi biraz erkene almıştı sanırım. Açık kapıyı çalarak girdim Halit Bey’in odasına.

Halit Cevher. Halit Bey. Halit Efendi. Mr. Cevher. İşte bu önemli şahıs babasının verdiği yüklü miktar parayla kurmuş bu firmayı. Babası ünlü müteahhit Muhsin Cevher. Muhsin Bey’in servetinin ve ihtişamlı yaşamının yanında oldukça mütevazi sayılacak bir firma Halit Bey’inki. Genç ve özgür ruhlu bu mimar iş yaşantısına babasının şirketinde devam etmek istememiş, işleri Muhsin Bey’in pasları sayesinde zaten hazır olan bu mimarlık ofisini açmıştı. Dul, iki çocuk babası, kibar, her zaman şık, Amerika’daki eğitim dönemi hariç doğma büyüme bir İstanbullu, tabiki bir İstanbul beyefendisi ve tabiki bir Newyorker, başarılı bir mimar, aynı zamanda da fotoğrafçı. Sergileri bile var. Çalışmalarımdan hoşnutluğunun bir göstergesi ve bana verilen ezici bir hediye olarak bir seferinde beni de davet etmişti bu sergilerden birine. Bok gibi fotoğraflar çekmiş. Neredeyse bir şişe şampanya içmiş, çıkarken de filmlerden öğrendiğim bir kaç cümleyle Halit Bey’i sanatından ötürü tebrik etmiştim.

“Modern mimarinin her pikselde kendisini gösterdiği bu sergi, iki sanat dalının izdivacı olarak kalacak aklımda. Tebrik ederim efendim.”

Efendisinin odasına girip madalyasını bekleyen bir asker gibi karşısında dikildim. -Otur Efecim otur. deyip, paralel telefonla ikimize de türk kahvesi söyledi. Anın büyüsü biraz bozulmuş gibiydi. Havada dolaşan ihanet kokusu odanın her yerini sarmıştı. Kimin kime ihaneti olduğunuysa sezemiyordum. İçimi tırmalayan kemirgenlere sorsam? Yok bunu bilse bilse bizim muhtar bilir. Bunu da o bilir. İt muhtar. Neyse. Bana ilk defa türk kahvesi söylüyordu ama kahveyi nasıl içtiğimi bile sormadı. Demek kahveyi de onun istediği pozisyonda içecektim. –Otur Efecim deyip türk kahvesi söylemek yerine –Ayakta kalmayın Efe bey demesi ve filtre kahve söylemesi gerekirdi. Hep böyle yapardı. Kötüye alamet. İnsan birine karşısındaki için zor ve belki biraz haksızlık içeren bir şeyi söyleyemeden önce kendisinden kaynaklanan sebepleri haklı gerekçeler olarak göstermenin bir yolu olarak bilinen düzeyinden daha düşük davranışlar sergiler. Bu, insanın kendisinin de zorlu bir döneminde olduğunu anlatmanın sinsice bir yolu, acınmanın korunması altına girmek için sergilenen çirkin bir tiyatrodur. Bu örnekteki göstergelerse –otur efecim ve türk kahvesi. Terfiyi ve zammı alamadığımı hemen anlamıştım. Asıl merak ettiğimse Halit Bey’in anlatacağı sebeplerdi. Tam bunu merak ederken aklıma çektiğim kredi geldi. Gözümde üç başlı bir ejder gibi canlandı kredi. Kahveler önümüze konunca Halit Bey anlatmaya başladı. Mümkün değil dinleyemiyordum onu. Kredi, kredi, kredi. Azaltamıyordum bir türlü. Nasıl ödeyeceğim lan ben şimdi bunu? Ek işe girsem, dışardan iş alsam, imkanı yok çünkü böyle bir vaktim yok. Başka kredi çeksem, babamdan borç alsam? Onları nasıl kapatacağım? Arabayı satsam? İyi fikir ama arabam da yok! Halit Bey anlatmaya devam ediyordu. Sonlarına yetiştim.

–Tabi bu erteleme hiç olmayacak demek değil Efecim. Ama en azından bir yıl daha sık dişini. O oda yine senin. Sen merak etme.

-Sağolun Halit Bey.

Boynum bükük dışarı çıktım. Neden terfi alamadığımı da öğrenemedim. Denklerimin arasındaki, tekli masama doğru ağır ağır yürüdüm. Herkes işiyle gücüyle uğraşırken, kimseye bakmamaya çalışarak kendimce şirkete zarar vermek dürtüsüyle yarısı çöpe gidecek tamamı dolu bir bardak kahve aldım. Oturup bilgisayarı açtım. İhanet kokusu benden geliyormuş, hem de öyle geliyormuş ki tamamı dolu kahvenin kokusu bile bastıramıyordu. Neyse ki kimsenin durumdan haberi yoktu. Terfi alacak olduğumu, terfiye güvenip bir sürü kredi çektiğimi kimseye söylememiştim. Patron öyle istedi diye söylememiştim. Buysa işyerinde hiç arkadaşım olmadığını yeniden hatırlattı bana.

Yılmaz! Umarım bu akşam gelirsin.

Üçüncü Bölüm Fragmanı – Efe terfi edilmeme bunalımını atlatabilecek mi? Yılmaz 9.30’da durağa gelecek mi? Yılmaz Efe’nin evini nereden biliyor? Hayati Uzun Yılmaz’ı nereden tanıyor? Hayati Uzun kim? Efe krediyi ödemek için neler yapacak?

[1]*  Tam mutlu eden değil ama ortama mutlu bir hava katan şey.

Efe İnce