Devrimci Yaşam – Emir-Komuta Zinciri ve Katılım

Önceki Bölüm: Devrimci Yaptığıyla Yetinemez

Yenilgi dönemlerinin özelliğidir, “otoriteden kaçış eğilimi” alıp başını gider. Yenilgi, kolektife güvensizliğin tohumlarını eker. Hele kıyasıya bir çarpışma olmadan yaşanan bir yenilgi söz konusu ise, bu çok daha fazla geçerlidir. “Otoriteden kaçış eğilimi” örgütten kaçış eğiliminin bir miktar süslü ifadesidir; çünkü burada kaçılan, örgütün iradesidir, otorite budur.
Yenilgi dönemlerinde işe başlayan, yoktan dirilmeye yönelen bir örgüt, karın altında yeşeren bir bitkiye benzer. Kardelene benzer. Tüm koşullar, böylesi bir yönelişin yaşanmasının aleyhinedir. Bu noktada örgüt, hem geçmişin eleştirisinde çok dikkatli davranmalı, hem de ileriye yürüyüşün ilkelerini koymalıdır. Böylesi bir başlangıçta anlamlı bir söz yeni bir ümit kapısı açar. İnsanlar daha ileriye yürüyebilmek için, olağan dönemlerde sıradan bir bilgiyi, güneşin ışığı haline getirmek zorunda kalırlar, örneğin; “katılım” böylesi bir söz haline gelmiştir. Yani, biz katılım sözünü gerçek anlamında kullanıyor muyuz?
Tam bu noktada demokratik-merkeziyetçilik tartışmasına bakalım. Hemen hemen her ortağımız demokratik-merkeziyetçiliğin demokratiklik ve merkezilik gibi iki ayrı şeyden oluşmadığını kabul ediyor. Fakat buna rağmen birbirini anlayabiliyorlar mı? Bunu sanmıyoruz; çünkü tartışılan demokratik-merkeziyetçiliğin ne olmadığıdır (demokratiklik ve merkezilik gibi iki ayrı şey olmadığıdır). Peki demokratik-merkeziyetçilik nedir?
“Eleştiri, tartışma, eylemde birlik”, işte demokratik-merkeziyetçilik budur. Daha iyi anlaşılması için “askeri-merkeziyetçilik nedir”e yanıt verelim. Askeri-merkeziyetçilik, “düşünme, itiraz etme, itaat et” olarak, bürokratik-merkeziyetçilik ise belki de en iyi şöyle ifade edilir: “Evrak iste, ertele, cebini doldur.” Elbette amacımız iyi tanımlar yapmak değil, sadece ve sadece demokratik-merkeziyetçiliğin anlaşılması için onun karşıtı kavramların altını doldurmaya çalışıyoruz.
Demokratik-merkeziyetçilik eleştiri, tartışma, eylemde birliktir ve bu tüm örgüt birimlerini, örgütün tümünde ilkeleri oluşturan omurgadır. Böylesi bir omurga olmadan, ilkeler havada asılı şeylere dönüşür; ama iş burada bitmez. Omurga, sinirlerin bu oranda toplandığı bir bölge ise, demek ki demokratik-merkeziyetçiliğin işlemesinde sinirlerin yerini tutacak şeylere ihtiyaç vardır. Öyleyse cansız bir mekanizmadan mı, yoksa canlı bir mekanizmadan mı, teorik olarak iş olsun diye mi, pratik olarak can alıcı bir sorun olarak mı omurgayı taşıyoruz? Bu sorunun yanıtı önemlidir. Eğer canlı bir mekanizmada tartışma yürütüyorsak, sorunu olumlusundan (ne değil olarak değil, nedir şeklinde) koymak ve acil olana vurgu yapmak gerekir.
Demokratik-merkeziyetçilik, her devrimci örgütlenmenin omurgasıdır. Dünyanın bir başka ülkesinde de devrimciler bu ilkeden söz ediyorlar. Fakat devrimcilikleri konusunda hiç şüphemiz olmasa da, iki örgütteki demokratik-merkeziyetçiliğin farkları vardır. Farklar, daha doğru, daha az doğru anlamında değildir. Onlardaki de, bizdeki de demokratik-merkeziyetçiliktir ve bu açıdan nitelik olarak aynıdırlar. Ancak onlarınki ve bizimkisi, bir süreç, bir pratik içinde gelişmiştir ve bu açıdan farklıdır.
Demokratik-merkeziyetçiliği yani “eleştiri, tartışma ve eylemde birlik”i belirleyen, üyenin niteliği ve örgütlenme tarzıdır. Mesela bir örgütte her komitenin bir sorumlusu olsun, tek başına bu nedenden dolayı, o örgüt bir başkasına göre daha merkezi ve/veya daha demokratik, daha demokratik-merkeziyetçi olmaz. Eleştiri, tartışma, eylemde birliğine bakmalıyız. Eğer o örgütlenmede, burada bir sorun yok ise, o örgütlenmenin şefi olmayan bir komiteden daha kötü bir masal olduğuna kim karar verebilir? Ya da eleştiri var, tartışma var ama iş yok, eylemde birlik yok, şimdi demokratik-merkeziyetçilikten nasıl söz edebiliriz?
Her kavramın bir tarihi vardır. Bu tarihi unutunca insan, kavramın gelişimini anlamaz. Devrim ve sosyalizm savaşımı boyunca, her oportünist, devrimcilere karşı savaşırken;
a. Örgütün yönetiminde iken iş yapmayı engellemek için tartışmalar yapmışlardır.
b. Muhalefette iken ise eleştiri özgürlüğü diye ayağa kalkmışlardır. Bazen merkeziyetçilikten yakınmış, herkesi despot ilan etmişlerdir. Kendileri yönetimde olduklarında ise, adam kayırmacılık, kendi doğrularını dayatma, gerçekleri yumuşatma onların ilkesi olmuştur.
Bunun ötesinde devrimci partiler, şiddetli baskılar, zaman zaman oluşan dağınıklıklar içinde toplantılarını ertelemek durumunda veya kongrelerini ertelemek durumunda kalmışlardır. Şiddetin olağanüstü arttığı (olumlu veya olumsuz, düşmanın şiddeti veya devrimin şiddeti) dönemlerde büyük önem kazanır. Engels haklı olarak devrimin olanaklı en otoriter olay olduğunu söylemektedir.
Bazı dönemlerde üç kişilik bir komitede biri öneri getirir ve onun söylediği tartışılır ve diyelim uygulanır. Bu aynı şey, komitenin toplanamayacağı geçici durumda gerçekleşirse, insanın “Acaba tek kişinin komutasına mı giriyoruz?” diye düşünmemesi gerekir. Gerçekte böyle düşünenler kendilerine güvenmeyenlerdir. Birisinin komutası altına girmekten korkmak, böylesi bir komuta altındayken iradeni kaybetmekten korkmaya varmıyorsa sorun nedir? Gerçekte bu tartışmada, katılmak soyut bir hale getirilmiş demektir. Bu özü gereği her otoriteye içsel bir tepki anlamına gelir ki, kanımızca bunun kaynağı geçmişteki olumsuzluklar olsa da bu küçük burjuva ruh halinin ürünüdür.
Öyleyse demokratik-merkeziyetçilik;
a. örgütün tüm yapısının işleyiş ve örgütleniş biçimidir,
b. bu koşullarda, üyenin niteliğine bağlı olarak gelişir. Yani bugün var olan demokratik-merkeziyetçilik ile yarın ki arasında bir gelişmişlik farkı olacaktır. Olacaktır ve bu iki şeye bağlı olacaktır. Bir, üyenin niteliğindeki gelişme, iki, mekanizmadaki mükemmelleşme. Buradan şu sonuç da çıkar; her üye, üyenin niteliği ve mekanizmanın mükemmelleşmesi konusunda çaba göstermelidir.
Aynı biçimde demokratik-merkeziyetçilik iki örgüt için de farklılık arz eder. Özü demokratik-merkeziyetçilik olsa da her örgütte bu, üyenin niteliği ile mekanizmaların gelişmişliği ölçüsünde değişir.
Eleştiri, tartışma ve eylemde birliğin garantisi üyenin niteliğidir. Parmakların kalkıp inmesi ile nitelikli tartışma yürütülemez, doğru karar alınamaz. Tersine somutu kavramış, ne istediğinin, ne yaptığının farkında olan insanlarla yürütülecek tartışma, yanlışları daha azalmış eylemlerin kaldıracı haline getirir.
Şimdi tekrar katılım sorununa bakalım. Bugün bizim için katılımın göstergesi, boyutları (yani niceliği) nedir? Evet, örgütümüzde bir katılım vardır; ama bu ideal bir durumun ifadesi değildir. Yani her üyenin eşit oranda katılımı, katılım demek değildir. Bu burjuva biçimciliktir. Hayır, katılımın sınırı yoktur, herkesin eşit katılımı söz konusu değildir ve olamaz; ama herkesin bir tarz katılımı vardır. Bu açıdan bir alanda bilfiil örgütlenme çalışması yürütmek de, bildiri dağıtmak da, silah saklamak da, örgütlenmek de katılımdır. Bizim için katkının ancak içten ve dıştan katkı biçiminde ayrımı olabilir. Örgüt içinden katkı (katılım) her zaman bir bilincin göstergesidir. Katılımda eksiklik, insanın yapabileceklerini yapmaması, ya da örgütün her üyesinin tüm yeteneklerini değerlendirememesi biçiminde olur. Gerçekte hem insanlara yapabileceklerini eksik yapmaları, hem de örgütün insanlarının yeteneklerini değerlendirememesi birlikte, az veya çok; ama birlikte yaşanır. Birincisi; insanın geliştirilmesi ile ilgili iken, ikincisi; mekanizmanın geliştirilmesi ile ilgilidir.
Daha şimdiden, hemen, demokratik-merkeziyetçilik ve katılım ilişkisi kurulabilir. Örgütteki her bir sorunun demokratik-merkeziyetçilikle ilişkisi vardır, kurulmalıdır.
Bugün bizde katılım, sanki herkesin eşit katılımı biçiminde ifade edilmekte, ya da öyle anlaşılıp, öyle davranılmaktadır. Bu yanlış anlama pratikte böyle olmayınca, bu nasıl bir katılım veya ben ne katıyorum biçiminde sorulara yol açmaktadır. Diyelim ki siz bir karara itiraz ettiniz ve itirazınız sonucunda karar değişti ve diyelim ki siz sadece gelen bir emri yerine getirdiniz. Bu iki durumda birincisine katkı deyip, ikincisine katkı demeyecek birisi, olsa olsa katkıyı kendi psikolojisini tatmin olarak alıyordur, ya da küçük-büyük iş ayrımı yapıyordur. Bu küçük burjuva ideolojisinin etkisi değilse nedir?
Bugün bizim için, örneğin bir teorik tartışmada katkı ne demektir? Biz, 12 Eylül öncesi hiçbir sol örgütün dar anlamda devamı olarak yola çıkmadık, tersine bunu reddettik. En başta içimizde, geçmişte bir sol örgütte yer almış, onun kültürünü, alışkanlıklarını almış olan kişiler, bu alışkanlıklara savaş açtılar. Sonuçta bu yolla yeni kadrolar yetiştirmeye yöneldik. Yeni kadro, yaşamın ağır ilerlediği (örneğin Anadolu’da 1 ayda yaşanan olayların Kürdistan’da 1-2 saatte, Almanya’da 3 ayda yaşandığı bir yavaşlık) koşullarda hangi yolla yetiştirilecek? Tartışmayı, polemiği nerede öğrenecek, politik önderliği hangi kitlesel hareketlilik içinde geliştirecek vb. sorular gündeme geldi. Bizler çok uzun olmayan bir sürede bu noktada epeyce yol aldık. Aldığımız yol bütünlüklüdür. Yani hem teorik alanda, hem pratik mücadelede yol alınmıştır. Fakat yine de bir teorik tartışmayı iki amaçlı yürüttük, pratiği de. Konumuz teorik alan olduğu için buradan devam edelim. Teorik planda, bir yandan programatik bir çalışma yürütülmüştür, diğer yandan çalışmanın yeni kadrolarının Marksizm-Leninizm’i öğrenmeleri üzerinde durulmuştur. Tüm teorik eğitim programları bu ikili yanı gözetmiştir. Şimdi bir somut örnek üzerinde tartışalım. Sosyalizm tartışmasına katılım ne demektir? Sosyalizmi yeni öğrenen, Devlet ve Devrimi, Gotha Programını vs. yeni okuyan birisi için bu tartışmaya katılım, soru sormaktır, şurasını anlamadım demektir. Yoksa tuhaf bir biçimde sosyalizm tartışmasında bir noktaya karşı çıkacak değildir. Elbette isteyen karşı da çıkabilir; ama samimi olalım, herkes bu yazıları öğrenmek için okuyor, o halde karşı çıkma şansı zayıftır.
Buradan bir sonuç çıkar; bugüne kadar hazırlanan tüm eserlerde, broşürlerde, kitaplarda büyük emek vardır. Fakat buna rağmen bunlar geliştirilmesi gereken metinlerdir. Örgütümüz, belki iki yıl sonra, bu metinlerin içinde pek çok tartışmayı iç tartışmalar nedeniyle gözden geçirecektir, olması gereken de budur. Yoksa bu metinler bunca güzelliklerine rağmen Kuran-ı Kerim değildir. Devrimciler Kuran-ı Kerimlere ihtiyaç duymazlar. Bugün bizde bunlara Kuran-ı Kerim diyenler yoktur; ama bizim metinlerimizi başka sol örgütlerin metinleri ile karşılaştırıp göğe çıkartanlar vardır. Bu yanlıştır. İki yönden yanlıştır; birincisi, kıyaslanılan şeyler yanlış seçilmektedir. Biz zaten o soldan kopmaya yöneldik. Onlarla kıyaslanmak bizim ilericiliğimizi göstermez. İkincisi, bu kıyaslamadan sonra iyice rahatlayıp, metinlere eleştirel gözle bakma eğilimi yok olur, bu ise oldukça kötü bir eğilimdir.
Elbette pratik alanda da katılım sorunu ele alınmalıdır. Sadece gelen emri uygulamak bile katkıdır, katılımdır. Devrimciler cesur olmalıdırlar. Onların kafasında burjuva düzenin imajları uzun süre kalmalıdır. Emir-komutayı, emir verene bakıldığında, ne için emir verildiği bilindiğinde neden kabul etmeyelim? Niçin emir-komuta, eleştiriyi, tartışmayı engellesin? Böyle şart yoktur. Bazı durumlarda, bazı sol örgütlerde engeller, ama bu insanlara ve mekanizmaya bağlıdır.
Devrimci örgüt bir kolektiftir. Kolektife katılanların yüzde payları hesabı, kolektifi anonim şirket ile karıştırmak olur. Kolektifin anlamı, onun içindekilerin tümünü bağlayan bir ortak iradenin varlığıdır.
Eğer örgüt kararları bazıları için geçerli, bazıları için daha az geçerli ise, ortak iradeden değil, ayrıcalıklardan söz edilir. Kolektif bu ayrıcalıkları tanımamalıdır. Fakat kolektif, kolektif kararların uygulanması için birilerine özel görev verebilir. Ayrıcalık denilen şey, görevin gerekleri değil, kişinin rahatı temel alınarak kolektifin olanaklarının kullanımıdır. Bu bürokratik yapıların özelliğidir.
Öyleyse kötü olan emir değil, emrin niteliğidir. Emir, emretmek kimi rahatsız ediyorsa, onda biraz küçük burjuvalık vardır. Bir örgütte önderler olur, önderler, o kolektifi adına emredebilirler. Bunun bir tüzüksel çerçevesi vardır.
Eğer, “emir-komuta”da bir sorun aramaya yönelirsek, emrin niteliğini tartışmayız bile. Emrin niteliğidir birincil olan. Diyelim ki bir kitle içindesiniz, bir kişinin anlık öne fırlayıp doğru bir emir vermesi ne büyük güzellikler doğurur. Fakat küçük burjuva kişilik; ya emir vermeyi insanları aşmanın aracı olarak düşünür ve emir vermemeyi erdem olarak sunar ya da emir verince bundan gelen bir rantı kullanmak ister.
Emir vermeyi küçümseyen, emir vermemeyi erdem sayan, hatta bu yüzden gelecek toplumun insanı olduğunu sana kişiler, kendi yaşantılarında iki taşı üst üste koymamışlardır, bir tek kişinin çorbasına tuz katmamışlardır. Onlar için sadece kendileri ve kendi çıkarları vardır; ama sıra onların aç kalmasına gelince bir saniyede dünyayı yerinden oynatacak emirler verirler, kimseye zarar vermekten çekinmezler.
Emir verince bundan gelen rantı kullanmak da zaten bu işin diğer yönüdür. Her iki eğilimin özü aynıdır. Emir verdiği için, hele bir emri yerine getirdiği için kendisini Kaf Dağı’nın tanrısı sanan bir kişi, elbette başkasından gelen emri yapmak istemez; çünkü emir verildiğinde kendini Kaf Dağı’nın tanrısı sanan, emirleri yapanları kul olarak görür ve kendisi asla kul olmak istemez. Aslında dikkat edilsin, insanın niteliğini tartışıyoruz.
Bizde, biraz garip denecek tarzda, emir vermekten çekinme eğilimi var. Sanki emir verilince insana yakışmayan bir iş yapılıyor. Bu küçük burjuva ahlâkın kendisidir. Bizler şahsi çıkarlarımızın temsilcileri değiliz ve onlar için emir vermiyoruz. Bizler kolektifin otoritesini kullanıyoruz. Bu çerçevede, kişisel çıkarları için insanlara emir veren, onlardan bir talepte bulunma hakkını kendinde gören birisi ne kadar ahlâksızca davranıyorsa, aynı biçimde kolektifin çıkarları için bulunduğu düzeyin gerektirdiği tarzda davranmayan birisi o ölçüde ahlâksızca davranıyordur. Bu kişiler, eğer yoldaşlarının onların emirlerini kölecesine ve anlamsız, hatta örgütsel çıkarlara ters olsa bile uygulayacaklarını sanıyorlarsa, öyleyse örgütü kavramamış, yoldaşlarına yeterince güvenmeyen insanlardır. Eğer burada bir sorun yok ise, öyleyse geçmişin kötü örnekleri onların ellerini bağlıyor demektir. Bu ise bizim örgütümüze, bugün ve gelecekte zarar verecektir. Örgütün her üyesi kendisine emir verenin önderlik vasıflarına bakar. Emir vermeme, bir tarz bu vasıfları taşıma ve buna uygun davranma zorunluluğunu da gevşetecektir. Bir önder “emrediyorum” diyebilmelidir. Fakat her sözüne bu bir emirdir ile başlayan bir kişi iyi bir önder değildir, iyi bir önder insanları ikna edebilmeli, görüşlerini o netlikte ortaya koyabilmeli ve kendisine güvenilmesini bizzat sağlamalıdır. Görülüyor ki önderlik kariyerle sağlanmıyor, tersine emekle sağlanıyor.
Örgütün otoritesi birleştirici, yol gösterici ve eğiticidir. Kişi hangi düzeyde olursa olsun bu otoriteye uymayı bir dış zorunluluk olarak değil, bir gönüllülük olarak algılamalıdır. Tersi durumda bu otorite, bireysel özgürlüklerin engelleyicisi olarak görülür. Evet, örgütlü çalışma insanın bazı “özgürlüklerini” kısıtlar. Fakat herkes bunu bilerek örgüte girer. Örneğin; örgütlü bir kişi kişisel yaşamını kolektifin önüne koymaz. Örneğin; örgütün kararlarına uymamazlık edemez (onları yanlış anlasa, bulsa bile vs. gibi). Fakat zaten bunlara özgürlük diyen bir kişi, henüz örgütü de seçmemiş ya da yanlışlıkla seçmiş demektir. Böyleleri yol yakınken dönmelidir.
Örgütün direktifleri, bir alt organ tarafından birebir uygulanmaz. Tersine alt organlar, kendi alanlarının özellikleri çerçevesinde uygulamaya yaratıcı tarzda katılırlar. Bürokratik bir yapıda önemli olan emrin birebir uygulanması iken, demokratik-merkeziyetçilikte emirlerin bulunulan alanda, örgütün çıkarları düşünülerek, yaratıcılıkla uygulanması gereklidir. Bürokratik yapıda, emirleri amirine hoş görünmek için yapar, devrimci bir yapıda kişi, bilincinin göstergesi olarak kendisini sürece katar. Emre itiraz eder, uygulanmasını zenginleştirir ve sonuçlarını tartışır; ama tüm bunları emirleri yerine getirmemek için yapmaz.

Sonraki Bölüm: Eyleme Nasıl Bakmak Gerekir? Eylemin Gücü Nedir, Eylem Nasıl Kullanılır?