Emperyalist paylaşım savaşı

Bugün, dünyanın yeniden paylaşımı için bir emperyalist paylaşım savaşımının sürdüğünü, herhâlde, kabul etmeyen yoktur. Belki de tarihçiler, yarın, bu savaşımın başlangıç tarihini bugünden öncesine götürecektir. Ama yine de biliyoruz ki, henüz, cepheler tam anlamı ile kurulmuş ve herkes yerini almış değildir. Yani, daha savaşın en şiddetlisi ortaya çıkmış durumda değildir.

Bu açıklamada iki tespit var; birincisi emperyalist paylaşım savaşımının varlığı, ikincisi de daha en şiddetli savaşımın önümüzde olduğu tespitleri.

Biz, Kaldıraç Hareketi olarak bu iki tespiti, 25 yıldır yapmaktayız. Ve bu emperyalist paylaşım savaşımının 1990’larda, SSCB’nin 1989’daki çözülmesinin ardından, açık bir hâl almaya başladığını vurguluyoruz.

Soğuk savaşın ardından, yeni bir sıcak savaş, üçüncü dünya savaşı, üçüncü paylaşım savaşı başladı diyebiliriz.

Tek farkla ki, “soğuk savaş” hiç bitmedi ve bitmeyecek. Bu vurguyu şunun için yapıyoruz: Diyalektik materyalizm, şeylerin değişimini, hareketin sürekliliği ile birlikte ele alır. Ayrı ayrı değil. Devletler, tümü, bir sınıf egemenliğinin aracıdır. Amacı kendini söndürerek komünizme, devletsiz ve sınıfsız topluma geçmek olan sosyalist devlet hariç, diğer tüm devletler, “kardeştir”.

Yani köleci devlet, feodal devlet, kapitalist devlet (kapitalist devlet içinde burjuva demokrasisi ve faşizm), kardeştir. Bizim Tekelci Polis Devleti analizimiz iyi okunursa, bizim bu tarihsel sürekliliğe vurgu yaptığımız görülecektir. Bu nedenle, kapitalist devleti, günümüzde faşizmin tüm dişlilerini içermiş Tekelci Polis Devleti olarak adlandırıyoruz. Bu adlandırmayı yaparken, devlet çarkının nasıl sınıf savaşımına göre şekillendiğini açıklıyoruz. Uzatmayalım, isteyen okuyucular, Tekelci Polis Devleti (Kaldıraç yayınlarından çıkmıştır) adlı çalışmaya bakabilirler.

Soğuk savaş bitmedi derken, sınıf savaşımı koşulları altında, devletlerin şekillendiği gerçeğinden hareket ediyoruz. Dünya burjuvazisi, yani gümümüzdeki şekli ile uluslararası tekeller ve finans kapital, sınıf savaşımının tüm deneyimlerini kendi organizasyonları içinde içselleştirmeye çalışırlar. SSCB gibi Ekim Devrimi’ne dayanan bir süreci, bu süreçteki “soğuk savaş” olarak adlandırılan anti-komünist mücadeleyi unutmazlar. İngiliz devleti, mesela İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından, yıllarca İngiliz istihbaratına kök söktüren komünist ajanları unutmaz.

Burjuvazinin örgütü, en gelişmiş siyasal örgütü olarak devlet, sınıf savaşımına göre şekillenir ve öyledir.

Demek oluyor ki, “soğuk savaş” diye adlandırılan süreç, kapitalist devlet var olduğu sürece, hiçbir zaman gömülmeyecektir. Elbette, eskisi kadar “canlı” olmayacaktır, ama yine de kalıntıları ile sürecek, yaşayacaktır.

Bu çalışmada, “soğuk savaş”ın, emperyalist güçler arasındaki savaşa rağmen, hiç sönmeyeceğini ileri sürüyoruz.

Soğuk savaş, SSCB ve sosyalist bloğa karşı, emperyalist dünyanın, kendi aralarındaki çelişkileri bir miktar geriye iterek, bastırarak, ortak bir hiyerarşik örgütlenme kurmuş olmalarını anlatır. Soğuk savaş, komünistlerin nasıl direniş yöntemleri geliştirdikleri ile anılmaz, tersine, yeryüzüne egemen olan ve olmak isteyen emperyalist dünyanın hiyerarşik örgütlenmesi ile anılır.

Bu hiyerarşik örgütlenme, kendini askerî olarak NATO’da ifade buluyordu. İdeolojik olarak “hür dünya” ve “demir perde” kavramlarında simgelenen anti-komünizm zehiri ile yönetiliyordu. Hitler’in tüm Gehlen teşkilâtı, CIA’nın kurucuları olarak ortaya çıkıyordu.

Dönemin burjuva liberalleri, o zamanlar açıktan anti-komünist kampın ideologları olarak hizmet vermekteydi. SSCB çözülünce, bizim kampın kenarlarında dolaşmış okur-yazar takımı, kuru kafalı efendilerine para karşılığı hizmet etmek ve bu sayede popüler olmak için önlerine açılan sahneye doluştular. Bizim bugünkü sol liberallerimiz, aslında bu denli derinlikten yoksun nasıl olabiliyorlar diye soran varsa eğer, yanıtı burada gizlidir, kuru kafalılara hizmet etmek için, dolar ve sahne almak, insanı derinlikten yoksun bırakır.

Acaba, bu yeni burjuva ideologlarının hepsi, ama hepsi, bu kadar iki boyutlu mudur, yani derinlikten yoksun mudur? Yanıtımız evettir.

Bir ara not yazabilir miyiz: Burjuva sınıfa ve egemenliğe hizmet eden “aydın”, iki boyutlu hâle geldikçe, hâlâ bir biçimde üç boyutlu olmayı sürdürebilenler, eninde sonunda burjuvaziye karşı cephe almak zorunda kalacaklar. İşte bu cepheyi erkenden açanlara, biz gerçek anlamı ile entelektüel, işçi sınıfının davasının, özgürlük ve insanlık davasının, sınıfsız toplum davasının aydınları diyebileceğiz.

Bu emperyalist kamp, SSCB dağıldıktan sonra, hızla, iki işe koyuldu; ilki, kendilerini toparlamak, savaşa hazırlanmak, bunun için içte sosyalizm döneminin bir yan ürünü, katlanılması gereken ürünü olarak ortaya çıkmış olan işçi haklarını, ücretlerin yüksekliğini vb. yenmek, ikincisi ise, dünya çapında başlamakta olan yeni bölüşüm savaşımı için hızla hazırlanmak, konum kazanmak.

Bugün, “hür dünya” denilen şeyin ruhuna fatiha okutan süreç budur. “Hür dünya”, hemen demir yumrukları ortaya çıkarmaya başladı, devlet çarkının faşizan karakterinin üzerine örtülü şal kalkmaya başladı ve demokrasi lafları, ABD ordusunun Afganistan ve Irak’a ihraç etmek istediği sistem olarak söylenmeye başladı.

Her savaş bir iç savaştır.

Bu nedenle, tüm emperyalist merkezlerde “otoriterleşme”, “gericileşme” kendini ortaya koymaya başlamıştır. Zira, devlet, sınıf savaşımına göre örgütlenmiş ve iç savaş örgütü olma özelliği olan bir makinadır.

Şimdi, hepimizin hafızalarında canlı olan hikâyeye bakabiliriz. Kısaca, çünkü Kaldıraç sayfalarında bizler, başka yerlerde de birçok başkaları, bunun üzerine sayfalarca yazmıştır.

ABD, soğuk savaşın hiyerarşik emperyalist kamp örgütlenmesinde lider konumdaydı ve bunu kullanmak istedi. 1990’ların sonlarına gelindiğinde, beş emperyalist güç arasındaki savaşın ipuçları artık açık hâle gelmişti. Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere, ABD “kontrolü”nden, “hegemonyası”ndan kurtulmaya çalışıyordu ve bu konuda “uzun vadeli” planlar yaptıkları açıktı. Bizim ülkemizin başında olan ve her şeyin başkanı olan Erdoğan gibi bağırarak gürültü çıkarma yolunu tutmadılar. Her biri, her fırsatta bir adım atarak ilerliyordu. Bir yandan, ülkelerindeki ABD üslerini kapatmak istiyorlardı, diğer yandan Avrupalı olanlar NATO mekanizmasını kendi kontrollerine almaya çalışıyordu.

ABD ise, bir yandan onları Rusya ve Çin korkusu ile korkutmaya çalışıyordu. Soğuk savaşın kodlanmış korkularını canlı hâle getirmeye çalışıyordu ve birçok noktada bunlar iş yapmaktaydı.

ABD, hazır askerî üstünlük onda iken ve ufukta ekonomik üstünlüğü kaybedeceğine dair emareler çoğalmış iken, hamle yapmaya karar verdi. Hemen, “Üçüncü Roma” teorileri ortaya çıktı. ABD, tek süper güç olarak dünya imparatorluğunu ilan etme hazırlıkları içinde idi. Kissinger, açıkça, bu politikayı dile getiriyor ve “ABD’nin dış politikaya ihtiyacı var mı” diye soruyordu. Bu “cesur” soru, aslında acil dünya imparatorluğu ilanı için harekete geçme isteğini ifade ediyordu. Yani içinde korku da vardı. Öyle ya, tüm dünya ABD’nin olacaksa, ABD’nin diğer devletlerle ilişkisi bir iç politika olarak ele alınmalı idi.

Tüm bu süreç içinde, küreselleşme propagandası yükseliyor, finansallaşma artıyor, özelleştirmede ifadesini bulan neo-liberalizm ortalığı kasıp kavuruyordu.

Erdoğan ve AK Parti projesi, ABD’nin bu küresel planlarının bir parçası olarak ortaya çıkmıştır, organize edilmiştir.

Afganistan ve Irak işgalleri, “demokrasi ihraç etmek” denilen sürecin sürdürülemez olduğunu kısa sürede ortaya koydu.

ABD, hızla olmasa da, zamanla planlarını revize etti.

Libya saldırısı ile, tüm Avrupalı dostlarına bir parmak bal vererek, onları müttefik olarak “hegemonyası” altında tutma yolları aradı.

Ve hemen, bir tehdit algısı geliştirmeye ve böylece Avrupa’yı kendine bağlı tutmaya yöneldi. Bunun için bulduğu tehditlerden biri, soğuk savaş döneminin içinden geldi. Rusya ve Çin, daha çok da Rusya, Avrupa için tehdit olarak ortaya kondu. NATO’nun Rusya’ya doğru genişlemesi, aslında sosyalizmden vazgeçmiş ülkelerin ekonomisini kontrol etmeye başlamış olan Almanya’nın, askerî olarak ABD kontrolünde kalmasının da yolu idi. Öte yandan ise, hemen soğuk savaş döneminde “komünizme karşı savaş” için hazırlanmış İslamcı güçlerin yeniden organizasyonu ele alındı.

2011’de Suriye savaşı patlak verdiğinde, bu İslamî radikal çetelerin sahaya sürülmesi, hazırlığın önceden yapıldığının kanıtıdır.

Suriye savaşı, aynı zamanda Rusya ve Çin ikilisinin yeniden, “ortak düşman” ilan edilmesinin de başlangıcıdır. Bu sayede ABD, NATO mekanizması ve bu yolla diğer emperyalist Avrupalı güçleri kontrol altında tutacak, hegemonyasını sürdürecektir. Çin tehdidi yaygarası ise Japonya’nın hegemonyadan çıkışını yavaşlatacaktı.

Ama aynı anda, Batı dünyasını korkutmak için, İslamî çetelerin vahşeti sahne almalı idi, bunun sahası da Suriye oldu.

Komünizmden yönünü kapitalizme çevirmek için yol alan Rusya ve Çin, bu durumu okumakta gecikmediler. Ve Suriye savaşı, bu güçleri yeniden sahneye çıkardı. Rusya ve Çin, açık olarak “yeni bir dünya savaşı”nı önlemek için uğraşırken, savaş onların kapısına dayandı. ABD saldırganlığı, hem Suriye’de, hem Ukrayna’da, hem Çin denizinde açık bir tehdit olarak organize edilmeye, bu iki gücün refleksleri ölçülmeye çalışıldı.

Savaşın bugünkü aşamasında, durum şöyle tespit edilebilir:

1- IŞİD’de ifadesini bulan İslamî çetelerin vahşeti, Batı için hâlâ bir tehdit olarak sunulsa da, büyük ölçüde sonlandırılmıştır.

2- Suriye savaşını, ABD ve müttefikleri kaybetmiştir. Henüz bunun, yani kaybetmiş olmanın sonuçları dünya sahasına yansımasını bulmamıştır. Zira ABD bu yenilgiyi kabul edip etmemek arasında gidip gelmektedir.

3- 2008’de zirve yapan kriz, sadece bir finansal kriz olarak kalmadı, neo-liberalizmin sonunu getirdi, onunla birlikte de emperyalistler arasındaki çelişkileri daha da artırdı. Kriz bugün hâlâ sürmektedir ve ABD’den yeni bir dalga yükselmesi an meselesidir. Kriz, kapitalist sistemin ilan edilmiş zaferinin de sonudur. Kapitalist-emperyalist sistem, açıkça iflas etmişliğini tescillemiştir. Elbette, bu durum geniş kitleler için geçerlidir. Yoksa kapitalist dünya ekonomisi, Ekim Devrimi’nden bu yana ömrünü uzatmak için her yolu kullanmakta olan bir ucubeye dönüşmüştür. Ama artık, geniş kitleler için kapitalist dünya, insanlık için, yeryüzü için bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Dünyada gelişen protestolar bu ortak paydaya sahiptir.

4- Latin Amerika’da, ABD ve emperyalizme karşı gelişen dalga, Bolivya’da bir kayıp yaşasa da, hâlâ diridir ve bu durum ABD için bir tehdit oluşturmaktadır.

5- Ukrayna ve Çin denizindeki ABD denemeleri, ABD’nin istediği sonuçları vermekten hâlâ uzaktır.

Tüm bunların sonucu olarak ABD, hegemonyasını kaybetmektedir. Kapitalist sistem içinde beş emperyalist güç arasında paylaşım savaşımı daha da hızlanacaktır. Trump ile başlayan ticaret savaşları, çok açık bir göstergedir.

Burada bir miktar duralım ve Rusya ile Çin konusunda birkaç şey söyleyelim. Bu iki büyük güç, bazılarına göre “emperyalist” güçlerden iki yenisidir. Yani onlara göre, bu güçler de emperyalist güçlerdir.

Bu görüşe katılmamız mümkün değildir.

Bunu söyleyince, bu iki gücün, dünyada yaptıkları her şeyi onaylıyoruz anlamına gelmesin. Çünkü, bu iki güce emperyalist demeyince, hemen, sizi Rusya ve Çin yanlısı olmakla suçlayacakları açık.

Bize göre, bu iki güç de büyük güçlerdir.

Çin, düne kadar “dünyanın fabrikası” olmaya başlamıştı. Kapitalist sistem, üretimi, ucuz emek cennetlerine kaydırıyordu. Çin, Hindistan, Endonezya, Sri Lanka, Singapur vb. gibi ülkeler hem dünya kapitalist ekonomisine eklemleniyordu, hem de ucuz emek cennetleri olarak ortaya çıkıyordu. Bu süreç 1980’lerde başlamıştır ve neo-liberal saldırının bu ülkelere dayattığı şey, gümrük duvarlarının indirilmesi, sermayenin (emeğin değil) uluslararası alanda serbest dolaşımı idi. Çin, bu ülkeler içinde diğerlerinden birçok noktada ayrıştı. Bugün Çin, ekonomik olarak, dünya çapında bir güçtür. Aynı şeyi, diğerleri için söylemek o kadar kolay değildir.

Çin’in ekonomik gücü ile Rusya’nın toparlanmış hâli ile askerî ve stratejik gücü, ABD hegemonyasını sarsan önemli etmenlerdendir. Ama ABD hegemonyasını sarsan etmenlerden biri de, diğer emperyalist güçlerin, yani, açık olsun, Fransa, Almanya, İngiltere ve Japonya’nın kontrol dışına çıkma istemleridir, süreçleridir. Ekonomik açıdan Almanya ve Japonya’nın daha ciddi güçler olduğu da açık. İngiltere ve Fransa, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan dünya sisteminde Almanya ve Japonya gibi askerî alanda kontrol altında olmadılar. Eşitsiz gelişme yasası, burada da işledi ve bu iki güç, militarist sanayiye büyük ölçüde dayanmadan, ekonomik olarak kendilerini geliştirebildiler. Bugün Almanya, Hitler’in askerî yollarla aldığı toprakların Rusya bölümü hariç, tümünde etkindir.

ABD, Rusya ile Avrupa’nın, özellikle Almanya’nın ve Çin ile Japonya’nın yakınlaşma eğilimlerine savaş açtı.

Rusya ve Çin ekonomileri, hâlâ devletin büyük ölçüde ağırlığa sahip olduğu ekonomilerdir. Ve hâlâ, dünya finans sisteminin içinde tutulmak, alınmak istenmemektedir. Özel sermaye yerine, devlete ait sermayenin bu denli ağır bastığı bir sistem, kelimenin gerçek anlamı ile emperyalist olarak ele alınamaz.

Eğer biz, iki dünya kapitalist ekonomisi (iki farklı dünya sistemi demiyoruz) var demeyeceksek, bu çelişkiyi açıklamak kolay olmayacaktır. Rusya ve Çin’e, sadece büyük güçler oldukları için “emperyalist” demek, aslında, emperyalizmi de sulandırmaktır.

Rusya ve Çin’in, özellikle de Rusya’nın, Suriye sahasında oynadığı etkin role “emperyalist” demek, aslında ABD ve diğer Batılı emperyalist güçlerin yaptıklarını “aklamak” için de bir yol olarak ortaya çıkmaktadır.

Buradan şu sonuç çıkmasın, Rusya ve Çin, emperyalist değillerse, demek ki sosyalisttirler. Bunu söylemek de mümkün değildir. Bizim de amacımız bu değil. Çin’in yeni başkanı ile birlikte, sosyalizme yapılan vurgular, insanı sevindirse de, sosyalist bir ekonomiden söz etmek o kadar kolay değildir.

Meseleyi, Rusya ve Çin tartışmasını, tarihsel boyutu ile ele almak, daha yerinde olacak ve bizi, “emperyalist değilse peki sosyalist mi” gibi, kolaycı soruların tuzaklarından da uzak tutacaktır. Rusya ve Çin, sosyalist devrimlerini yapmış, ama bu devrimler dünya çapında komünizmin kuruluşuna yönelememiştir. Komünizm, ancak, dünya çapında tüm emperyalist zincir parçalandığında gerçekleştirilebilecek bir sistemdir. 20. yüzyılın başında ortaya çıkan Ekim Devrimi ve onu izleyen diğerlerinin en büyük talihsizliği, komünizme gidiş sürecinin oldukça uzamış olmasıdır. Bu ne demektir? Bir ülkede sosyalizmden komünizme geçmek diye bir süreç olamaz. Bu ancak, emperyalist dünya yoksa mümkündür. İşçi sınıfının savaşımının enternasyonalist karakteri düşünülürse, bu söylenen şey anlaşılırdır. İki sistemin sonsuza kadar birlikte barış içinde yaşaması, ham bir hayaldir. Uzun süren sosyalizmden komünizme yolculuk, bir ülkenin sınırları içinde ele alınırsa, sonuçta ortaya bulaşık bir sistem çıkmaktadır. Olan da budur.

Bugün, Çin ve Rusya, büyük güçlerdir. Bu güçlerin, dünya çapında süren ve bugün daha çok bölgesel alanda ortaya çıkan savaşlarda kendini gösteren savaşlarda sahaya müdahale etmesi, bunların, diğerleri gibi emperyalist güçler olduğunu kanıtlamaz. Bu güçlerin, Rusya ve Çin’in kendi çıkarlarını savunduklarını görebiliriz. Burada “savunma” sözcüğünün altını her anlamda çizmek gerekir. Elbette dünyanın herhangi bir ülkesindeki işçi hareketi, devrimci hareket, bu büyük güçlere, Rusya ve Çin’e dayanarak bir devrimci strateji çizerse, bunun sonu hayal kırıklığı olacaktır. Bu hiçbir zaman doğru bir tutum olmaz. Devrimci hareketler, bu ülkelerden medet umarak bir varlık gösteremezler, rollerini doğru oynayamazlar. Bir yeni devrimci enternasyonalden söz ettik mi, tam da bunu, büyük güçlere dayanmamayı söylemiş oluyoruz.

Rusya ve Çin, olsa olsa, konumları gereği, kendilerini korurken, emperyalist güçlerin yürüttüğü paylaşım savaşımını etkileyebilirler. Nihayetinde bunlar büyük güçlerdir ve dünya çapında süren bu oyunu bilebilmektedirler. Suriye savaşının bugün geldiği aşamada, NATO’nun “beyin ölümü”nden söz ediliyor olması, dünyanın herhangi bir coğrafyasında yürüyen devrimci savaşıma bir dolaylı katkı sağlayabilir, bir yere kadar, bir dereceye kadar ama sağlayabilir.

Rusya ve Çin devletlerinin tutumları daha çok kendilerini, kendi çıkarlarını korumak olarak ele alınabilir. Bunun devrimcilik olarak adlandırılmasından söz etmiyoruz, ama bu emperyalist olmak da demek değildir. Elbette Putin, güçlü bir Rusya istediğini söylemektedir. Bu sosyalizm demek değil ve bunu vurgulamak bile fazla. Rusya, Türkiye’yi, NATO’yu sarsmanın aracına dönüştürmek istiyor. Türkiye’nin NATO’dan, bir devrim olmadan çıkacağını sanmıyoruz, ama Rusya’nın Türkiye-NATO bağlarını sarsıcı bir politika oynamasının, doğrusu bize bir zararı olmadığı kesindir. Eğer Rusya, bu yolla NATO’yu etkiler ve gücünü sınırlandırırsa, bu elbette bir büyük güç politikası olduğu hâlde, emperyalist bir politika olarak adlandırılamaz. Bu konularda çok da aceleci isimlendirmelerin bize bir şey kazandıracağını da sanmıyoruz.

Dünya kapitalist sistemi içinde, emperyalizme bağımlı, sömürge ülkeler ile, emperyalist güçler vardır. Rus ya ve Çin, bu sistem içinde, geçmişlerinde dayandıkları sosyalizm birikimi ile, hâlâ bağımsız birer güç olmayı sürdürebilmektedir. Meseleye, Rusya ve Çin’in, herhangi bir sahadaki adımlarının doğruluğu veya yanlışlığı olarak bakmak ayrı bir konudur. Pek çok yanlış adımları var. Hatta bazıları, bu iki gücü, adımları sosyalist olmadığı için eleştirmektedir. Bizim tartışmamız bu değil. Ama bu iki gücü, düşünmeden emperyalist ilan etmek, aslında gerçek emperyalist güçleri bir anlamda “temize” çıkarmak olur. Burada hassas bir nokta olduğunu vurgulamak istiyoruz.

NATO meselesi de, ülkemiz için öyledir. Türkiye, NATO ile bazı problemler yaşadığında, Erdoğan baştan aşağıya bir kurgulanmış oyun gereği Amerika’ya ve İsrail’e karşı sözler söylediğinde, S-400’lerin alınması gibi süreçler ortaya çıktığında, Türkiye’nin bazı okur-yazar kesiminde bile, “eğer Doğu blokuna dahil olacaksak, eğer evrensel Batı değerlerinden uzaklaşacaksak, NATO’da kalmaya devam etmeliyiz” diyebilmektedirler. Bu okur-yazar kitle, öte yandan, ülkemiz tarihindeki tüm darbelere, tüm katliam ve cinayetlere karşıdırlar. Batı değerleri diye bize evrensel normlardan söz ediyorlar. Ama ülkemizdeki 1950 sonrası hemen hemen tüm katliamların arkasında NATO vardır dersek, büyük bir hata yapmış olmayız. Nasıl oluyor da “demokrasi” talep ederken, NATO’da kalmaya razı olmaktan söz edebiliyoruz? Aynı nedenden dolayıdır, yani durumu, resmi tam olarak ortaya koymayınca, Rusya ve Çin etkisinden ise, NATO’ya razı olalım denmeye başlanıyor. Celladına âşık olmak, esas olarak bu “okur-yazar” kitle içinde etkilidir. Oysa resmin tamamına baktığımızda, dün, tüm Batı emperyalist güçlerinin Sovyetler’e karşı ileri karakolu ve “ortaklaşa sömürgesi” olan Türkiye, bugün, bu Batı güçlerinin dünyayı yeniden paylaşma savaşına tutuşmuş olması nedeni ile, AB ve ABD arasında paylaşılmak üzere savaş sahasına çevrilmiştir. AB’nin mi, yoksa ABD’nin mi sömürgesi olacak, yoksa daha farklı bir paylaşım mı devreye sokulacak mücadelesi efendilerin konusudur. Bu güçler çarpışırken, Suriye savaşı nedeni ile Rusya’nın sahaya dalması, bugüne kadar gelen S-400 tartışmalarının zeminini oluşturmuştur. Eğer, Türkiye’nin bu durumdan kurtulması ve bağımsız bir ülke olmasını istiyorsanız, sosyalizm dışında bir şey savunamazsınız. Sosyalizmin savunulması, Rusya ve Çin dahil bir başka güce değil, Kürt devrimi başta olmak üzere, bölgedeki tüm halkların ortak devrimci mücadelesine dayanmak demektir. NATO’dan çıkılması, bu süreci kolaylaştırır. Demokrasi ve evrensel değerler mi diyeceksiniz, işte sosyalist devrim, tüm bölge halklarını kardeş yapacaktır ve gerçek anlamı ile demokrasi ve insanlık değerleri, bir kere daha bu bölgeden boy atacaktır. Yani, “demokrasi ve evrensel değerler” için, NATO’da kalmak bir tercih değildir, NATO her zaman bu değerleri yok eden bir savaş makinasıdır. Bunu da en çok, bizim bölgemizin, ülkemizin halkları bilir.

Tekrar emperyalist paylaşım savaşımına dönebiliriz.

Bugün, hâlâ bu savaş, bölgesel savaşlar şeklinde sürmektedir. IŞİD güçlerini örgütleyen, sahaya süren akıl, aslında bir paylaşım savaşı sürdürmektedir. Yoksa ABD’nin, İngiltere’nin amacı, “dünya nüfusunun Ortadoğu” sahasını planlamak olarak açıklanamaz. ABD, rakiplerinin elinden Ortadoğu’yu almak istemiştir. Bu, stratejik bir hamle idi. Suriye sonrasında, muhtemelen İran üzerine yürüyeceklerdi. Bunları başarmış olsalardı, dünya çapında ABD hegemonyası daha da güçlenecekti ve ekonomik alandaki zayıflıklarını da örtmenin aracı hâline gelecekti.

Bu bölgesel savaşlar, kanımızca daha devam edecektir.

Olaylara şöyle bakmak acaba mümkün müdür?

Dünya kapitalist sistemi, bir anlamda, 1900’lü yılların başına dönmüş gibidir. Elbette bazı farklılıklarla, mesela Çin ve Rusya faktörü gibi.

1900’lerin başında, Doğu’nun paylaşılması için, emperyalist güçler, bir savaşa tutuşmuşlardı. 1914’te savaş patlayana kadar, pek çok geçici anlaşma, farklı cepheleşmeler yaşanmıştır. Örnek olsun, o zamanlar Osmanlı’nın İngiltere’nin safında savaşa girmesi, daha büyük olasılık idi. Almanya safında savaşa girdi ve bu kendiliğinden olmadı. Ordu dahil pek çok alanda Almanya, epeyce etki kazanmıştı. Bağdat demiryolu projesini hatırlayalım.

1900’lerin başı gibi vurgusu, daha çok da bölgemiz için geçerlidir. Ekim Devrimi patlak verince, tüm kapitalist dünyayı sarstı. Bu durum, paylaşım savaşının sonunu getiren etkendir. Aslında, Ortadoğu haritalarının cetvelle çizilmiş gibi olmasının nedeni burada başlar. Burada, sanki, 1. Dünya Savaşı bitmemiş, tamamlanmamış gibidir. Sanki bugün emperyalist güçler, daha çok da bu beş güç, bu haritaları yeniden oluşturmak, bu alanı her biri yeniden paylaşmak için savaş hâlindedir.

ABD, askerî açıdan üstünlüğünü kullanıp, bu savaşı zaman zaman başka alanlara kaydırmak, o alanlardan yeniden Ortadoğu’ya dönmek gibi bir yol izlemektedir.

Bu paylaşım savaşımı, aynı zamanda 2008’de başlayan ve giderek derinleşen ekonomik krizle de birleşmektedir.

ABD desteği, belki de planı ile, İngiltere Brexit sürecini başlattığında, muhtemelen AB’nin sonunu hazırlamak istemiştir. Bu süreç hâlâ da devam etmektedir. Bu, bugün İngiliz ekonomisinin kurtuluşu olarak görülebilir mi? Bu da son derece tartışmalıdır. Beklenen, İngiltere’nin ayrı bir güç olarak daha aktif rol alması olabilir. İngiltere bunu elbette ister. Ama ekonomik olarak çok rahat bir durumda olduğunu söylemek mümkün değildir. ABD ve İngiltere arasında var olan bağlar, belki AB gölgesinden kurtulacak ve İngiltere-ABD ilişkisi daha da gelişecek olabilir. Ama bunun tersine de pek çok gösterge vardır. İngiltere, kendini, bağımsız bir emperyalist güç ve belki de kamp olarak, yeni dönemde ABD sonrası dünyanın hegemonyasına talip olarak ortaya koyabilir mi? Bunu isteyeceğinden şüphe yok, ama durum hiç de kolay değildir.

Çin ile ABD arasında ne zaman gerilim artarsa, Japonya’nın uçaklarını kaldırmaya kalkması da buna benzer bir durumdur. Japonya, ülkesindeki ABD kontrolünden kurtulmak istiyor ama aynı zamanda Çin’in komşusu olarak, ABD ile ortak hareket etme isteğini açıkça, fırsat kaçırmaksızın ortaya koymak istiyor. Ama aynı Japonya, AB ülkeleri ve özellikle Almanya ile yeni bir ekonomik yakınlaşma süreci organize etmeye çalışıyor.

Daha birbirine yakın hareket eden Fransa ve Almanya ikilisinden Fransa, her zaman daha atak olarak siyasal ve askerî rol almaktan geri durmuyor. Macron’un, “NATO’nun beyin ölümü”nden söz etmesi, Merkel’in ise bu görüşlere katılmadığını ifade etmesi, bu ikilinin durumunu tam olarak ortaya koymaktadır. Ekonomik gücü ile paralel olmayan bir askerî güç eksiği olan Almanya, daha sessizden gitmeyi tercih ediyor. Almanya’nın ABD kontrolünden kurtulması girişimleri ile, ABD’nin NATO’yu Doğu Avrupa’da genişletmesi karşılıklı hamleler olarak da ele alınabilir.

“Soğuk savaş” örgütlenmelerini koruyan emperyalist kamp, aynı zamanda kendi aralarındaki çelişkileri de yönetemez durumdadır. Paylaşım savaşı dediğimiz de budur.

Emperyalist dünya, bu paylaşım savaşımını, her birinin kendi topraklarında sürdürmüyor. Tersine, paylaşılacak alanlarda sürdürmek istiyor. Savaş yeri olarak mesela Suriye’nin seçilmesi de bu açıdan ele alınabilir.

Türkiye, tüm soğuk savaş dönemi boyunca, hatta bir miktar da ondan önce, Ekim Devrimi sonrasında, “ortaklaşa sömürge” olarak var oldu. Ekonomisi AB’ye, ordusu, polisi, yargısı, kısacası siyasal alanı ise ABD’ye bağlı bir ortaklaşa sömürge.

Bugün, Türkiye üzerindeki savaşın ana karakteri de budur. Bu iki güç de Türkiye’yi, kendi kontrollerine almak istiyor.

Bir ABD projesi olarak, hem Gülen hareketi, hem Erdoğan ve AK Parti, bu sürece ABD açısından müdahaledir. Bunun “İslamî” bir tarzda yapılıyor olması, Fuller’in kitabında ortaya koyduğu çerçevede, yeni bir format oluşturma girişimidir. ABD, tüm yapıyı kendi kontrolüne almak, NATO mekanizmaları içindeki AB etkisini yok etmek, kendine daha doğrudan bağlı bir sermaye grubu oluşturmak istemiştir. Bu aynı zamanda hem siyasal, hem de ekonomik alanda bir “yeni durum” yaratıp, bunu AB’ye kabul ettirme girişimidir. Bu isteği hâlâ devam etmektedir. Ama muhtemelen artık Erdoğan olmadan devam edecektir.

Tüm bu paylaşım savaşı boyunca, dünya çapında, kapitalist sisteme karşı tepki birikmektedir. Ekonomik kriz ile de birleşince bu tepki, birçok yerde kitlesel eylemlere yol açmaktadır. Mesele, bu eylemlerin, işçi hareketini ayağa kaldırması, devrimci bir işçi hareketinin sahaya girebilmesi sürecine dönüşebilmesi meselesidir. En genel anlamı ile görev budur. Bugün, dünyayı, işçi sınıfının sınıfsız sömürüsüz bir dünya mücadelesi çerçevesinde ele almak, süreçlere bu gözle bakmak çok daha olanaklıdır. Sınıf savaşımları, kendini daha açık biçimlerde ortaya koyacaktır. Önümüzde böylesi bir süreç vardır.