Kapitalizm, iktidar ve İslam

Kapitalizm, meta üretimine, ücretli işçilerin emeğine el koymaya dayanan, meta ilişkilerinin tüm toplumu, bir kanserli hücrenin insan vücudunu sarması gibi sardığı, hayatın her alanında meta ilişkilerinin egemen olduğu bir sınıflı toplumdur. Sınıflı toplumların en sonuncusudur. Aynı anlama gelmek üzere, insanı kirleten sınıflı toplumların en tahripkârıdır.

Kapitalizm, bir yandan artı-değer üretir, diğer yandan ise bu artı-değerin gerçekleşmesi için, metanın alanını sürekli genişletir. Alınıp satılmayan hiçbir şey kalmaz. Ve alıp satma dışında bir değer sistemi de kalmaz hâle gelir. Alınıp satılmak denilen şey, ünlü “pazar ekonomisi” diye göklere çıkartılan “değerler” demektir. Ki, tek bir şeydir, para.

Para, aynı zamanda bir egemenlik sembolü hâline gelmiştir. Bir hakim, karşısına ekmek çalan bir hırsız çıkardıklarında, hemen 36 yıl hapis cezasını verir. Ama devleti dolandıran ve trilyonlar götüren birisini karşısında bulduğunda, ona, derin, garip, kutsal bir saygı duyar. Soru şudur: Acaba bu zengin dolandırıcıdan birkaç milyon koparabilir mi? Öyle ya, ilk örnekteki ekmek çalan hırsızdan en fazla bir dilim ekmek koparabilir, o da adam ekmeği hemen iç etmemiş ise zaten hakimin karşısına adliyeye gelene kadar polisler iç etmiştir.

Bunun etkilemediği değer sistemi, aşındırmadığı toplumsal değer kalmamıştır. Meta ilişkileri, sevginin, yatak odasının, dinin, Allah ile kurulan her türlü ilişkinin de içine sızmıştır.

Camide yüksek sesle dua eden bir fakir, yanındaki adamın sessiz dua edişine aldırmadan, “Allahım bana 10 lira ver” diye yalvarmaktadır. Bu böyle dakikalarca sürer. Yanındaki iyi giyimli beyefendi ise, “Allahım bana milyarlar ver” diye dua etmektedir. Derken, iyi giyimli beyefendi, çulsuza çıkarıp on lira verir, “sen al bu 10 lirayı da Allahı meşgul etme, benim işim büyük” der.

Bugün, iş daha ileri gitmiştir, din adamı, hoca, müftü vb. olaya doğrudan müdahale etmektedir. Sen, şuradan bir yol al, biz bu beyefendi ile duaları üzerine pazarlık yapalım derler. Örnek mi, eğer işçi isen, mesela Soma’da ölmek senin fıtratında vardır. Bir işyerinde patrondan iş güvenliği önlemleri almasını istemek, abestir, Allah’a koşullar dayatmaktır. Sanki, senin ecelin geldi ise, iş güvenliği seni kurtarabilir mi cinsinden vaazlar bu nedenle verilir. Ama eğer sen Erdoğan isen, iş değişir. 3 bin kişilik koruma ile dolaşman gerekir. Onun işinin fıtratında suikast vb. olması diye bir durum olmaz. 3 bin kişilik koruma ordusu, Allah’ın işine karışmak olmaz. Zira o, işçi değildir.

2002’de AK Parti-Erdoğan projesini yapanlar, Bahçeli’nin hamleleri ile iktidarı indirip, bir seçimle AK Parti projesini iktidara taşıdılar. Zaten, 12 Eylül’den bu yana, Gülen hareketine ciddi bir yatırım yapan bu efendiler, AK Parti için zemini çoktan hazırlamışlardı. İslamî bir hareket, iktidara yerleşmişti. Ve bu projenin sahipleri, devlet eli ile zengin yaratma projelerinin de mimarları idi.

Osmanlı’nın son yıllarında, ülkede var olan Rum ve Ermeni kökenli zenginlerin varlıklarını yağmalamakla işe başladılar. Böylece sermaye, yeniden paylaşıldı. Katliamlar, elbette onlar için önemsiz bir ayrıntı idi. Ardından, Cumhuriyet ile birlikte, devlet eli ile burjuva yaratma süreci, en azından, zenginleştirme süreci başarılı biçimde sürdü.

AK Partili iktidar döneminde de, yeniden bir zenginler yaratma dönemi açılmıştır. En kolay zenginleşme yolu, elbette inşaat sektörü ve devletin kanatlarının altı olmuştur.

Elbette bunun için, din, şiddetli bir tarzda kullanılmalıydı, kullanıldı. Erdoğan ve ortakları, dini acımasızca kullandılar. Bugün, geriye dönüp bakıldığında, 12 Eylül ile zirve yapan dini kullanma sürecinin, AK Partili dönemde birçok açıdan, yeni zirveler yaptığı görülebilmektedir. Yeni zenginler yaratma süreci, İslamî ideoloji ile birlikte koşturulmuştur.

Gülen ile yolların ayrılmasının ana nedeni, bu zenginleşmenin yeni paylaşımlara yol açmasıdır. Burada bir cepheleşme, gerçekte, iktidar içinde bir çatışmadır da. Gülen bir ölçüye kadar feda edilerek, Erdoğan istenilen konuma getirilmiştir.

Bu, halk açısından, bir yağma ve rant ekonomisi demektir. Yani, büyük çaplı soygunlar ve büyük çoğunluğun fakirleşmesi demektir.

Bu süreçte, elbette İslamî kesimin ana ideolojisi, “sıra bizde” olmuştur. İster zengin olmak isteyenler söz konusu olsun, böyle olmuştur, isterse samimi olarak İslamî bir devlet oluşturmak isteyenler için olsun, böyle olmuştur. Sıra bizde, İslamî kesimin kendi aralarında rahatlıkla kullandıkları şifre gibi iş görmüştür.

Ama aradan epey zaman geçti.

Bugün, rantla, soygunla, yağma ile zenginleşen yeni İslamî kesimler, hem kendi aralarında ayrışma sürecine girmiştir, hem de toptan bu zenginler, “İslamî taban”dan kopmuş, uzaklaşmıştır. “İslami taban”ın kendini hâlâ kullandırıyor olması ise apayrı bir konudur. Bir kere inandın mı, görmemek için çok bahane bulabilirsin.

İslamî azınlığın para ile ve iktidar ile dansı, oldukça şiddetli, oldukça çürütücü olmuştur. Kapitalizm, meta üretimi, pazar ekonomisi, kendi yasalarını işletmiş ve “İslam” ile örtülen sınıf çelişkileri, artık örtünün altından görünmeye başlamıştır.

Bu süre içinde Saray Rejimi oluşturulmuştur.

Erdoğan, 3. Havalimanı’nın tuhaf açılış töreni için yaptırdığı afişlerde, kendini “Türkiye Cumhurbaşkanı” diye adlandırmıştır. 29 Ekim Cumhuriyetinin ilanının 95. yılına denk gelen bu açılış töreninde Erdoğan, Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı yerine, “Türkiye Cumhurbaşkanı” terimi ile lanse edilmiştir. Saray Rejimi budur.

Saray Rejimi, sadece yoğun bir şiddet, polis ve ordunun çeteleşmesi ve yeni silâhlı çetelerin devreye sokulması demek değildir. Aynı zamanda, İslamî “ruhban” sınıfının, İslamî bir oligarşinin diyanet başkanlığında çöreklenmesi de demektir. Bu “İslamî din oligarşisi”, hem kendisi zenginleşmiş, hem de yeni zenginler ve iktidar sahiplerinin soygunları, yağmaları için fetvalar vermekten geri durmamıştır.

Doğrusu, tüm bunlar Amerikalı “efendiler”in işine gelmektedir.

Ama bu arada ise, “İslamî taban”ın geniş kesimlerinde, fakirleşme, yeni tarzda horlanma artmaktadır. Bu geniş İslamî kesimler, ancak birer çete mensubu olacaklarsa işe yarar durumda kalabilir ve iktidarın çevresini sarabilir. Bunun dışında kalanlar ise, işçi ve emekçi olmanın tüm gerçeklerini, kapitalist egemenliğin tüm gerçeklerini bir kere daha algılamak, bir kere daha kavramak zorunda kalacaklardır. Bugün, bunun eşiğine gelinmektedir.

Para, tüm kutsal değerleri yerinden oynatmıştır. Ve bu, kendine İslamcı diyenlerin elleri ile yapılmıştır. Her zaman olduğu gibi, bugün de bu zenginliğe ulaşanlar, bir avuçtur, birkaç yüz ailedir. Şimdi bu aileler, yerleşik burjuvaların karşısına, daha büyük pay alma talepleri ile çıkabilirler. Ama aynı filmi geriye sarıp, geniş kesimlerin desteğini İslam adı ile almak mümkün değildir. Şimdi bu geniş İslamî kesimlerin, kendi gerçeklikleri ile yüzleşmesi gereklidir: İslamcı olduklarından değil, işçi ve emekçi olduklarından aşağılanmakta, horlanmaktadırlar. Bu bundan sonra da olacaktır. Erdoğan’ın “ayak takımı” dedikleri işçilerdir, fıtratını tartıştığı işlerde ölenler işçilerdir.

Burada “bozucu” sadece kapitalizm değildir. Aynı zamanda iktidar sürecinin yapısı ve karakteridir de. Sömürge bir ülkede, Amerikan eli, ile, CIA eli ile iktidara yükselmenin bedelleri her zaman böyle olur. İşin içinden çıkmak için, cebini dolduranları, fütursuzca zenginleşenleri, “burası dârülharptır” diye avutmak işe yaramaz. Yaramaz çünkü, bu topraklarda ABD egemenliğine karşı savaşmak, sömürge olmaktan çıkmak için, ABD ile her türlü iş tutmakla mümkün değildir.

Ve dahası, yeni zenginlerin, kapitalizmin kuralları, meta ekonomisi, mülkiyet karşısında tutum, sömürü karşısında tutum konusunda, eskilerden tek farkları vardır: Yeniler daha aç gözlü, daha saldırgandır. Hepsi bu kadardır.

Hangi inançtan olursa olsun kapitalistler, birbirini boğazlamaya hazır kardeşlerdir.

Ve hangi inançtan olursa olsun, işçiler, birleşmek, birleşerek güçlerini öğrenmek zorunda olan kardeşlerdir.

Hangi inançtan olursa olsun, devlet, zenginlerin devletidir, kapitalistlerin, burjuvaların devletidir. Ve devletin tüm makinası, emperyalist efendilerin denetimindedir. Saraycılık oynayarak muktedir olduğunu ilan ederek, emperyalist boyunduruktan kurtulmak mümkün değildir. McKinsey’e teslim edilmiş bir ekonomi bunun en açık kanıtıdır. Onlar izin verdikçe ve onların izin verdiği ölçüde, onların emir eri isen, uşakları isen, çalmana izin verirler. Yaptıkları da budur. Tüm ülkenin daha büyük oranda yağmalanmasının nedeni budur. Saray’ın övündüğü yol ve inşaat projelerinin mimarı, gerçekte McKinsey gibi kurumlardır. İnşaat işinin maliyeti, tarımın yok edilmesi, sanayinin tahrip edilmesidir. Elbette buradan bir sonuç çıkarmak istedikleri de açıktır.

İktidarın her zaman bir “güç zehirlenmesi”ne yol açma ihtimali vardır. Ama kapitalizm altında, İslam’a dayandığını iddia eden bir hareketin zehirlenmesi, sadece ihtimal değil, bir zorunluluktur. Öyle olmuştur.

Zenginleşme ve iktidar aracı olarak kullanılan İslam, bugün geniş kitleler için cazibesini de kaybetmiştir. Onun yerine çeteler, parasal ve mafyatik ilişkiler konulmaktadır. Saray Rejimi tam da budur.

Burjuva egemenlik araçları, sistemin, Saray’ın esas egemenlik araçlarıdır. Sadece bunlar daha da çürümüş durumdadır.

Şimdi, işçi ve emekçilerin, sistemle ve Saray Rejimi ile yüzleşme dönemi başlamaktadır. Elbette bu süreç tüm yoksul kesimler için geçerlidir.