Kapitalizm, salgın ve sınıf savaşımı

COVID-19 virüs salgını, dünya kapitalist sisteminin gerçek yüzünü gösteriyor.

Zengin ülkeler, emperyalist efendiler, virüse karşı mücadele edecek, insan hayatını kurtaracak insanî önlemler almaktan tümüyle uzaktırlar. Her biri, ardarda, tekelleri koruyacak, rant sağlayacak “ekonomik” önlemler açıklıyor.

ABD, Trump, en başından, virüs Wuhan/Çin’de görüldüğünde, durumu alaya almakta tereddüt etmedi. Utanç verici ve kendine yakışan tutumunu sürdürdü. Adına, ‘Çin virüsü’ dedi. Belli ki, virüs Wuhan eyaletini vurmaya başlayınca, Çin’in bunun altında kalacağını düşünüyordu. Böylece, bir yandan, Çin ile sürdürdüğü ticaret savaşımını kazanmak için şans elde ettiğini düşünüyordu, öte yandan Amerikalı firmalara, üretimi Çin’den ABD’ye çekin çağrıları yapmaya çalışıyordu.

ABD, tıpkı diğer emperyalist ülkeler gibi, salgını, 2008’den beri sürmekte olan krizin çözümü için bir fırsata dönüştürmek istiyor.

Hele ki virüs İran’da etkili olmaya başlayınca, ABD, İsrail ve İngiltere cephesinin, bir tek zil takıp oynamadığı kalmıştı. Zil takıp oynamadılarsa, bunun nedeni, eğlencelerinin içinde zille oynama olmadığındandır. Yoksa mutlaka sevinçleri “tepe” yapmıştır. İran’a yönelik ambargo, hiçbir insanî neden düşünülmeden devam ettirildi. Zaten haksız olan ve “uluslararası hukuka” uygun olmayan bu ambargonun azaltılması, gevşetilmesi bir yana, daha da şiddetli bir biçimde uygulanması istenmekteydi.

Virüs, yayılmaya devam etti.

Çin’in Wuhan bölgesi, gelişmiş endüstrinin yer aldığı, dünyanın “tedarik merkezleri”nden biridir. Bu nedenle virüsün hızla yayılması da zor olmadı. Virüs yayıldıkça, ABD, Almanya, Fransa, İngiltere kılını bile kıpırdatmadı. Hâlâ da öyledir.

Ama virüs İtalya’ya vardığında, kapitalist sistemin ne olduğu, ne olmadığı da ortaya çıkmaya başladı.

Çin ve ardından İran, Batı değer sistemi içinde zaten “şeytanî” olduklarından, virüs onlar için adeta allahın bir cezası olarak ele alınabilirdi. Batı, bundan da keyif alırdı.

Oysa İtalya virüs salgınının en hızlı yükseldiği ülkelerden biri olarak öne çıkmaya başlayınca, İtalya’nın açık yardım çağrılarına, Almanya, ABD kulak tıkadı. Almanya ve ABD, sürmekte olan hegemonya savaşı ve paylaşım savaşımına uygun olarak tutum aldı: “Savaştayız beyler” demiş olmalılar. En azından tercümesi budur.

Aynı dönemlerde virüs salgını, Çin’de kontrol altına alınmaya başlamıştı. Çin, neredeyse kendi ısrarı ile, dünyaya, elde ettiği virüse karşı mücadele deneyini aktarmak istedi ise de, pek kabul görmez gibi idi.

Dünya Sağlık Örgütü, 11 Mart 2020’de durumu “pandemi” (salgın) olarak ilan etti. Bu andan itibaren, AB bazı ülkelere fon verebileceğini ilan etti. Ve Türkiye, 12 Mart 2020’de, kendi topraklarında virüs olduğunu kabul etti. Oysa o zamana kadar, 12 Mart 2020’ye kadar, virüs nedeni ile ölenler bulunuyordu. Ve Saray Rejimi’nin kılı kıpırdamıyordu. Adeta, salgın görmezlikten geliniyordu.

İtalya, Çin’den ve Rusya’dan yardım istedi ve Çin, Küba, Rusya, İtalya’ya yardım için harekete geçti. Belki de bu yardım daha önceden istenebilse idi, durum biraz daha farklı olabilirdi.

İtalya’yı İspanya izledi ve ardından Fransa ve Almanya virüs vakalarının arttığı ülkeler olmaya başladı.

İngiltere, Hollanda, İsveç, virüs salgınına, bir şans olarak baktılar ve bu yolla, yaşlı kuşağın bir miktar azalabileceğini düşünmeye başladılar. İngiliz yönetimi, utanmadan, yaşlıların ölümü ile gelecekteki sağlık ve sosyal güvenlik harcamalarının azalacağının hesabını yaptı. Aynı şey Hollanda’da ortaya çıktı. Kapitalist sistem, uzun yaşayan emeklilere, artık bir “artı-değer” üretmedikleri için “sorun” olarak bakmaktadır. Ve bu o kadar yaygındır ki, diyelim Danimarka’da, 80 yaşını aşıp da hâlâ yaşıyor olmak, “utanılması” gereken bir şey gibi görülebilmektedir. Bu durum, salgın ortaya çıkınca, İngiliz, Hollanda ve İsveç hükümetlerinin tutumu için, ciddi bir zemin oluşturmuştur.

Nihayetinde ABD, vakaları ile Çin’i geçmeye başladı. Ve Trump, son derece garip bir açıklama yaptı. Trump, o güne kadar “Çin virüsü” dediği virüs vakalarının yayılması bu boyuta gelince, “Çin vaka sayısını gizliyor” dedi. Sanki, virüsün kumandasını elinde tutan bir adam gibi, başka bir gerçeği bilir gibi konuştu. Sanki, “biz Çin’den daha kötü durumda olamayız” demek ister gibiydi. New York Valisi, Trump’tan yeterli desteği alamadığını söyledi. Vali Cuomo, New York’ta tıbbî malzemelerin tükenmek üzere olduğunu söyledi. Vali “Federal Acil Yönetim Ajansı, 400 sunî solunum cihazı gönderiyor. 30 bine ihtiyacım varken 400 tane ile ne yapabilirim? Bu durumda ölecek 26 bin kişiyi siz belirleyin” diye isyan ediyordu.

İşte en gelişmiş kapitalist ülkenin sağlık sistemi budur. Lüks otel odalarını andıran, kâr üzerine kurulu, hastaya müşteri muamelesi yapan, hiçbir koruyucu hekimlik önlemi ile bağdaşmayan, halk sağlığı denilen şeye tamamen zıt bir sağlık sistemi.

Salgın, COVID-19 virüsünden kaynaklanıyor. Virüsün “insan yapımı olmadığı” konusunda ABD laboratuvarlarından açıklamalar geliyor. Aslında, bu açıklamalar, virüsün evriminin kendi doğasına uygun olabileceği anlamına geliyor. Ama, bunun bir silâh olarak kullanılmadığının kanıtı bu olamaz.

Çin’e virüsün geliş kaynaklarından birisinin Wuhan bölgesine iş-fuar ziyaretine gelen 300 civarındaki Amerikan askerinin olduğu söylenmektedir. Virüsün ilk ortaya çıktığı yerin de Çin değil, ABD olduğu aşağı yukarı netlik kazanmış gibidir.

Ama bir virüsün doğal olması ile, emperyalist güçlerce silâh olarak kullanılması birbiri ile çelişmez. Pekâla, biyolojik bir silâh olarak kullanılabilecek virüsler vardır. Dahası, biliyoruz ki, ilaç şirketleri, kendi kârları için, hastalıklar üretmekte, var olan hastalıkları kronik hâle getirecek ilaçlar üretmektedir. Bu nedenle, pek çok astım ilacı astımı kronikleştirmekte, pek çok şeker ilacı şeker hastalığını müzminleştirmekte, pek çok tansiyon ilacı tansiyon hastalığını daimi hâle getirmekte, pek çok kolesterol ilacı sizi hasta etmektedir. Bu, artık bir “komplo teorisi” değildir.

Ülkemizde, her yıl veremden ölenlerin sayısı 3 binin üzerindedir. Oysa veremin ilaçları da var. Ama TC devleti, sağlık sistemini bir rant sistemine çevirdiğinden, verem ilaçlarının etken maddesini azaltarak, SSK’ya satılmasını, bu yolla fiyatının düşmesini sağlamaktadır. Böylece, SSK üzerinden verilen verem ilaçları, etken maddesi azaltılmış, verem mikrobunu yenemeyen ilaçlar hâline gelmiştir ve bundan dolayı ölen her yıl 3 bin insan vardır. Bu, sadece bir örnektir.

Demek oluyor ki, sağlık sistemi ile ilgili birçok gerçek, insanın kabul etmek istemeyeceği kadar insanlık dışıdır. Ama durum budur. Kapitalizm, öldürür.

HIV virüsü de, salgına dönüştüğünde, bunun bir biyolojik silâh olup olmadığı tartışılmıştı. Vahşi hayvanlarda görülen virüs, ancak ve ancak cinsel yolla bulaştığından, insanlara bulaşmasının nasıl olabileceği tartışılmıştı. Sonradan yapılan çalışmalarda, HIV virüsünün ABD hapishanelerinden yayıldığı iddia edildi.

Demek ki, virüs ile bir salgın hastalık yaratmak ve bunu bir biyolojik silâh olarak kullanmak için, mutlaka virüsün “laboratuvar”da üretilmiş olması gerekmiyor. Ki, emin olun, laboratuvarlarda da üretiliyor.

Kaldı ki, laboratuvarda müdahale edilmiş bir virüsün de tamamen “kendi yapısının dışına” çıkartılması gerekli değil. Yani, kendi evrim süreci içinde uygun ayarlamalar yapılması çok da olanaklı olmalıdır.

Bizim açımızdan burası da çok önemli görünmüyor. Çünkü, nihayetinde virüs karşısında alınan tutumların kendisi bize birçok şeyi göstermektedir. Salgına karşı emperyalist güçlerin tutumu, zaten biyolojik silâh olarak kullanılmasından pek de farklı değil.

Hem kendi aralarında sürdürdükleri hegemonya ve paylaşım savaşımı için bu salgını da kullanmaktan geri durmuyorlar. Ki durmazlar.

Hem de, salgın vesilesi ile, sınıf farklılıklarının ne kadar keskin olduğunu görebiliyoruz. Tekeller dünyası, burjuvazi ve onların iktidarlarının son derece gelişkin bir sınıf bilinci vardır. Neyin kendi çıkarlarına ne ölçüde faydalı olduğunun hesabını yapmaları birkaç saatlerini almaktadır o kadar. Salgın, herkese virüs bulaşabilir mantığı ile ele alınmamalıdır. Tersine, yoksulun, işçi ve emekçinin ölüme gittiği, ölüme itildiği bir süreçtir.

Salgın ve paylaşım savaşımı arasındaki ilişkiye biraz daha yakından bakalım.

ABD, dünya hegemonyası iddiasını sürdürmek istemektedir. Bu hegemonya, adım adım çözülmektedir ve Suriye savaşı bunun en somut göstergesidir. ABD, dünyanın tek süper gücü olmayı çoktan kaybetti. Tek kutuplu dünya rüyaları çoktan yere çakıldı. Ve şimdi, 20. yüzyılın bir Amerikan yüzyılı olduğu gerçeği ne kadar doğru ise, bunun artık geçmişte kaldığı günlerin başlayacağı da o kadar gerçek gibidir.

Savaş, gerçekte, arkada yürüyen ekonomik savaşın dışa vurumudur. Bu açıdan da, aslında, ekonomik savaşın cephelerinden, daha farklı cephelerin oluşumuna neden olmaktadır. Ekonomik olarak savaş, daha çok, 5 emperyalist güç (ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve Japonya) arasında sürmektedir. Oysa aynanın görünen tarafına yansıyan biraz farklıdır.

Aynanın bu tarafına yansıyan, ABD’nin AB ve Çin’e karşı ekonomik savaşı ve Rusya’ya karşı askerî cephe oluşturma isteğidir. Oysa ekonomik savaş olduğu gibi yansısaydı, AB ve Çin’e karşı askerî cephe planlanıyor olmalı idi, Rusya’ya karşı değil. İşte arada böylesi farklılıklar oluşuyor.

Trump, eğer bir doktrin oluşturmuş ise (birçok ABD başkanının kendisi ile birlikte anılan doktrini var, bazılarının yok), ki bence oluşturamamıştır, bu doktrin, Çin ve Rusya’nın düşman olarak görülmesidir. Ama aslında bu düşman ilan etme durumu, Batı dünyasını kendi şemsiyesi altında tutma isteğinin ürünüdür.

Ekonomik olarak dünyayı paylaşmak üzere savaştığı Almanya, Fransa, İngiltere ve Japonya iken, şimdi onları kendi etrafına toplama ve Çin ve Rusya’yı tehdit ilan etme isteğindedir. İşte bu, yakın tarihten gelen bir eğilimdir. Anlaşılması da kolaydı.

ABD, soğuk savaş döneminde kapitalist dünyanın hegemon gücü idi. Bu ABD hegemonyası, uzun İngiliz yüzyılının 1900’lerin başında bitmesi ile başlamıştır. İngiliz yüzyılı bitti ve geri gelmeyecek, Amerikan yüzyılı bitmek üzeredir. Ama, iş bu kadar basit değil. Arada, dünyanın eski düzenine son veren Ekim Devrimi gerçeği vardır. Tarih sadece bir tek şeyle açıklanacaksa, bu “emperyalist hegemonya” ile olamaz, mutlaka bir tek şey isteniyorsa “sınıf savaşımları tarihi” olarak açıklanması çok daha uygundur. Diğeri, ister istemez egemen sınıf tarih yazımı olur.

Ama tam da aynı dönemde, İngiliz hegemonyasının sonlarında, Ekim Devrimi ile kapitalist sistemden büyük bir zincir kopmuştur. ABD hegemonyası, bu nedenle, özellikle tüm soğuk savaş dönemi boyunca, daha çok askerî bir özelliğe bürünmüştü.

ABD, bu hegemonyayı, SSCB çözülünce, dünya hegemonyasına çevirmeye yeltendi. Bu yolla, askerî açıdan zayıf olan rakiplerini, Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere’yi, dünyanın yeniden düzenlenmesine “ikna” etmiş olacaktı. Oysa gelişmeler böyle seyretmedi. Afganistan ve Irak işgali, istenilen sonuçları vermedi. Avrupa, en başta da Almanya, Doğu Avrupa’ya hakim oldu. Japonya, ABD kontrolünden kurtulmak için, ABD’nin her zor anını kullanmaktan geri durmadı.

Bu arada ise, dünyanın fabrikası olan Çin, ağır ağır, kendi gücünü göstermeye başladı.

ABD, dünya parası hâline gelmiş olan doları kullanarak, karşılıksız paralar piyasaya sürerek, aslında, bunalımı daha da ağırlaştırdı.

Libya savaşı, ABD’nin Batılı ortaklarını kendi etrafında toparlama isteğinin göstergesi idi. Ama ardından gelen Suriye savaşı, Rusya’nın askerî gücü ile sahaya inmesine yol açtı. Ve ABD askerî gücü de tartışılır hâle gelmeye başladı.

Trump yönetimi, 2008 krizinin ardından geldi. “Amerika first”, içeri çekilmekten çok, dünya çapında “liberal ekonomi” kurallarının terk edilmesi anlamına da geldi. Böylece ABD, “neoliberalizm” bayrağını elinden attı.

İşte “çözülmekte olan ABD hegemonyası” dediğimizde, tam da bu süreci ifade etmek istiyoruz. Elbette bu bir süreçtir.

Nasıl ki İngiliz yüzyılı, bir daha geri gelmemek üzere tarih oldu ise, Amerikan yüzyılı da tarih olmak üzeredir. Ve bu deneyime sahip ABD, bu yeni durumu kabul etmemektedir. Bunun sonu elbette bir savaştır. Zaten bu savaşın da içindeyiz.

İşte COVID-19 salgınını tam bu anlamda ABD’nin süreci durdurma girişimi olarak görmek mümkündür. ABD, kaybetme sürecine, eğik düzlemde kayışına son vermek istiyor. Bunun için neler yapabileceği konusunda bahse girmeye bile gerek yok. Atom bombasını kullanmış tek güç olarak ABD, saldırganlıkta sınır tanımamaktadır.

Ve bugün, COVID-19, dönüp dolaşıp, ABD’yi de vurmaya başlamıştır.

Sanırım, işin, emperyalist savaş ve sürmekte olan kapitalist sistemi sarmış kriz ile bağı konusunda bu kadarı yeterli.

Şimdi biz, bu salgının gösterdikleri ve işçi sınıfı için anlamı üzerine durmaya çalışalım.

Ortaya çıkan bazı sonuçlar var:

1-

Dünya kapitalist sistemi, çoktan eskimiştir ve insanlığa karşı, insanoğlunun geleceğini tehdit ederek, kendi ömrünü sürdürmektedir. Bu nedenle, insanlığın önünde, ya sosyalizmi kurmak, dünyayı kapitalist sitemden kurtarmak ya da her geçen gün, her açıdan ölmek seçenekleri vardır.

Birçok bilim insanının, durumu açıklamak için, insanoğlunun, vahşi doğaya “vahşice” müdahalesinin birçok salgına yol açacağını vurgulaması bu açıdan önemlidir. Kâr amacı ile, doğanın yağmalanması, elbette birçok sorunu birlikte getirmektedir. Gezegenin varlığını tehdit eder boyutta bir doğa yağması, kapitalist tekellerin kârları ve hakimiyet amaçları için sürdürülmektedir. Bu, insanoğlunun varlık koşullarına açık bir saldırıdır.

İnsanın insan tarafından sömürülmesi, her türlü ayrımcılık ve aşağılama, köleleştirme, bu doğanın yağmasının bir başka yüzüdür de.

Bu nedenle, tekelci kapitalizm, sadece işçi sınıfının sömürülmesini artırmakla kalmıyor, tüm insanlığın yok olması için koşulları hazırlıyor. Bugün, işçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımı, bu tekelci hakimiyete karşı savaşımı, aynı zamanda insanlığın geleceği için bir savaştır.

2-

Kapitalist dünya, şaşalı sağlık “ciroları” ile övünüp, kendi “gelişmiş”liğini pazara sürerken, oldukça etkili idi. 5 yıldızlı oteller gibi döşenmiş hastahane odalarının “cazibesi”, yoksul milyonların karşısına bir “güç” gösterisi olarak çıkarılıyordu.

Salgın, bu 5 yıldızlı otelvari hastahanelere dayanan sağlık sisteminin, aslında bir “şey” olmadığını göstermiştir. Kapitalist dünyanın sağlık sistemi, tam olarak “rant” üzerine kuruludur. Bunu bir kere daha çıplak olarak gördük.

Gördük ki, tekeller virüs patentleri almakla meşgul. Gördük ki, ilaç şirketleri, sürekli pazar oluşturabilmek için “hastalıkları kronik hâle getiren” ilaçların da bizzat üreticileridir.

Daha ileri gidelim, ilaç tekelleri, esrar gibi otlar bir yana bırakılırsa, uyuşturucu pazarının esas hakimleri ve bizzat üreticileridir.

Hastaya “müşteri” muamelesi yapılan bir sağlık sistemi, salgın söz konusu olduğunda, yıkılıverdi. Tüm çirkin yüzünü gösterdi. Sigorta şirketleri, özel hastahaneler, ilaç şirketleri, açık olarak birer kan emici olarak milyonların karşına çıkıverdi.

Ülkemizde, özel hastahaneler (yatak kapasitesinin %55’ine sahiptirler), salgın nedeni ile karantinaya alınmamak için COVID-19 virüsü taşıyan hastaları kabul etmedi ya da bu hastaları kabul edip, yüksek paralar aldıkları hâlde, hastahanelerinin karantinaya alınmasına razı olmadı. Bu satırlar yazılırken, durum hâlâ budur. 2000 TL’ye test yapan sağlık kuruluşları vardır ve COVID-19 bulaşan paralı hastalarını kabul edip buna rağmen diğer sağlık hizmetlerini aynı ortamda yürüten hastahaneler vardır.

Tüm kapitalist ülkelerde, sağlık sistemi çökmüştür.

Neoliberal politikaların şekillendirdiği sağlık sistemi, tam anlamı ile, salgının büyümesinin nedenlerinden biri hâline gelmiştir.

3-

Elbette salgın, zenginlere de bulaşmaktadır. Ama, salgın karşısında zengin ile yoksul, işçiler ve patronlar aynı konumda değildir. Bu nedenle, salgın “zengin-fakir ayırt etmiyor” sözü doğru değildir. Evet size bulaşırken, virüs, sınıfsal durumunuza bakmıyor. Ama virüs ister size bulaşsın, ister bulaşmasın, size eşit davranmıyor ve bu nedenle, farklılıkların olmadığı doğru değildir.

Bir ekonomik kriz, birçok kapitalisti batırır. Bu hep böyledir. Ama tarihin her döneminde, ekonomik krizin faturası, işçi sınıfına yüklenmiştir. İzninizle, işçi sınıfını, tüm yoksulları, işsizleri, ezilenleri kapsayacak bir tarzda kullanalım, burada bu mümkündür.

Çin’e bakalım. Çin’de sosyal dayanışma, devletin tüm olanaklarını seferber edebilmesi, sağlık çalışanlarını özellikle koruma yaklaşımı, bilgi paylaşımı vb. virüse karşı mücadelede önemli avantajlardır. Devlet olanakları ile, Wuhan’da 10 günde dev hastahaneler kurulabilmiştir. Halk sağlığı diye bir kavramları var ve bunun önemi büyüktür.

Fakir bir ülke olarak ele alınan Küba, yokluklar arasında, sağlık alanında neler başarabildiğini göstermiştir. Bunun sistem ile bir ilişkisinin olmadığını söylemek mümkün müdür?

Venezuela, Çin, Rusya ve Küba’nın yardımı ile kısa sürede virüse karşı ciddi başarılar elde etmeyi başarmış ise, bunda “halk sağlığı” diye bir kavramlarının olmasının önemi büyüktür.

Kapitalist dünya, “hasta” müşteri kavramı ile iş yapmaktadır. Halk sağlığı diye bir kavram, sistemin ruhuna aykırıdır. İlaç firmaları, özel hastahaneler, yoktan “müşteri” yaratacak şekilde bir düzen kurmuşlardır.

Salgın, sadece kapitalist sistemin insanoğlunun geleceğine karşı bir tehdit olduğunu göstermedi, aynı zamanda, tüm kapitalist dünyada sağlık sisteminin çöktüğünü, sosyal güvenlik sisteminin çöktüğünü göstermiştir.

4-

Ülkemize bakalım.

Öncelikte Saray Rejimi, virüsün olduğunu kabul etmedi. 11 Mart’ta DSÖ, salgın tanımlamasını yaptı, Saray Rejimi, buradan bir para alabilir miyiz duygusu ile olsagerek, 12 Mart’ta, vakalar olduğunu kabul etti. Öncesi yokmuş gibidir.

Saray, ilk iş olarak ekonomik önlemler açıkladı. Evlere şenlik ve ciddiyetten uzak bir tutumla, Saray çevresine yeni rant kaynakları oluşturacak tarzda ekonomik önlemler devreye konuldu. Saray çevresine rant dışında hiçbir anlamı olmayan bir paket. 100 milyar TL’lik paket, aslında gelecek 100 milyar TL’lik tahsilatın ertelenmesinden başka bir şey değildir. Ülke ekonomisinin %55’inden fazlasını oluşturan 1-30 işçi çalıştıran işletmelere tek bir destek bile ortaya çıkmadı. Kaldı ki, işçilere. Saray Rejimi, sadece ve sadece belli sayıda işveren için bir paket hazırladı. Salgını allahın lütfu olarak görüp, kasalarını doldurmak, devleti soymak üzere bir yeni şans olarak gördüler.

İşçi ve emekçilere sadece “abdest ve kolonya” düştü.

Abdest, hemen şimdi.

Kolonya, bekleyin, salgın bittikten sonra belki.

Ülkede kolonya, dezenfektan, maske fiyatları tavan yaptı. Bunu önleyemeyen bir irade, bedava kolonya dağıtmaktan söz ediyor. Sanki, her şey kendi malı imiş gibi, halka Saray’ın tepelerinden bakan kibirli bakış, kolonya müjdesi veriyor.

Basitçe, Saray Rejimi, tüm hastahaneleri salgın süresince kamulaştırma yoluna gitmedi. Tüm ilaç ve dezenfektan üreticilerinin mallarına el koymadı.

Şimdi, işçiler ve emekçilere düşen şey açıktır.

Bu yapılmayan kamulaştırmayı yapmak. Hastahanelerin yönetimine hekimler ve sağlık emekçileri el koymalıdırlar. Yoksa tümü hastalıktan kurtulamayacak, dahası hastahaneler, salgının yayılma merkezleri hâline gelecektir. Bu kamulaştırma, hastahane çalışanlarınca fiilî olarak yapılmalıdır ve bu işin koordinesi, Tabipler Birliği’ne verilmelidir.

Şimdi, devrimci sosyalist, halk sağlığından yana doktorlar, hemşireler, çalışanlar, acilen örgütlenmelidirler. Burada tereddüde yer yok. Biz, Kaldıraç’çı hekimler ve sağlıkçılar olarak, bu işte gönüllüyüz.

Tereddüt öldürür, kararlı olmak zamanıdır.

Dezenfektan, kolonya, alkol vb. satan yerlerin mallarını alıp, ücretsiz halka dağıtmak, ihtiyacı olana ulaştırmak, işçi sınıfının işi hâline gelmiştir. Bu kamulaştırmalar, meşrudur ve gereklidir.

Bu kamulaştırmalar, bir merkez eli ile yapılmalıdır. Dayanışma merkezleri bunun için önemlidir. Fabrikalarda işçilerin temsilcileri ile ilişkiye geçip bu dağıtımlar yapılmalıdır. Yoksa, bir “yağma” mantığı ile bu yapılmamalıdır.

Evet stokçulardan, fırsatçılardan malları, açık ve net bir tutumla alınmalı, hastahaneler, mahalle dayanışma komiteleri, işyeri dayanışma komiteleri eli ile dağıtılmalıdır. Her kamulaştırmada, kamulaştırılan malzeme miktarı ve dağıtım yerleri açıkça ilan edilmelidir. Yağma ve kamulaştırma arasındaki fark, çok ciddi bir farktır.

Salgına karşı kolektif mücadele şarttır.

Sağlık Bakanı, Bilim Kurulu’nu bile dinlememektedir.

Saray Rejimi, salgını, kendi iktidarını sürdürmek için kullanmak istemektedir. Salgını fırsat hâline getirmek istemektedirler. Kayyum politikaları bunun en açık kanıtıdır. Kanal İstanbul projelerinin ihaleye çıkarılması bunun en somut kanıtıdır. Yangından mal kaçırma derdindedirler. Krizi, salgına bağlama girişimleri yoldadır.

Saray Rejimi, halktan bilgi gizlemektedir. Hasta sayısı vb. doğru değildir. Tedavi için kullandıkları ilaçları, halk bir yana, hekimler bile bilmemektedir. Saray Rejimi, ısrarla, Türk Tabipleri Birliği’ni devre dışı bırakmak istemektedir.

Saray Rejimi, halk sağlığı diye bir yaklaşımdan çok uzaktadır. Onun yerine, bu yeni sorunu, salgını, yeni rant kaynağı hâline getirmek istemektedirler. Şimdiden bu yolla zenginleşenler vardır.

5-

Şimdi bu koşullarda, salgın karşısında işçinin de patronun da, yönetilenin de yönetenin de eşit olduğunu söylemek mümkün müdür?

Evet sınıf savaşımı tüm bu salgın koşullarında da sürmektedir.

Saray, açıkça, “herkes kendi başının çaresine baksın” yaklaşımı içindedir. Evde kal, aç kal ile eşit anlamdadır. Hiçbir sosyal önlemin alınmadığı, işçilere devlet eli ile asgarî ücret ödenmediği bu koşullarda salgında “herkes eşit” olamaz.

Şimdi bize “evde kal” diyenler, işçiler ölünce, “biz demiştik evde kal” diye savunma yapacaklardır.

Virüs bulaşmışsa, hastahaneye gitmek çözüm olmaktan pek yakında çıkacaktır.

İşçi ve emekçiler, devrimciler, daha şimdiden, dayanışma organizasyonları geliştirmeye başlamışlardır.

İşçiler işlerini kaybetmektedirler. Ve bu oldukça yaygındır.

İşsizlik fonu yağmalanmıştır.

Ama buna rağmen, sendikaların, açıktan, bir talep olarak işsizlik fonunun denetimini almayı öne sürmeleri gereklidir. Yetmez, sadece talep etmek yetmez. Daha ileri gitmeli ve buna karşı tek tek fabrikalarda değil, genel bir direniş örgütlemek gereklidir. İşsizlik fonundaki para, işçi ve emekçilerin “evde kal”malarını desteklemeye, en azından bir ay yetecek durumdadır. Sendikalar, hemen bunun için açık bir talepte bulunmalıdır.

Kendi başımızın çaresine bakacağız, işte yol budur. Örgütlü direniş, tek tek değil, birleşik bir güçle genel grev.

Kendi başımızın çaresine mı bakacağız, öyle ise, dayanışma organizasyonlarını geliştireceğiz.

Tabipler Birliği, hastahanelerin yönetimini devralmalıdır. Hem sağlık çalışanlarını korumanın başka yolu yoktur, hem de “halk sağlığı”na uygun olarak adımlar atmanın başka yolu yoktur.

Saray Rejimi, salgına karşı hiçbir önlem almamıştır. Zamanı lüks içinde kullanmıştır. Umreden gelenleri karantinaya almadan ülkenin her yanına salmıştır. Yaptıkları tek şey vardır, o da gerçek rakamları halktan gizlemektir. Her kişinin doktor, sağlık çalışanı tanıdığı vardır. Onlardan alınan bilgiler, açıklanan rakamların 3-5 kat fazlasının gerçeğe yakın olabileceğini göstermektedir.

Ülkemizde durum, “evde kal” ile geçiştirilecek bir durum değildir. Bireysel olarak kendini korumak mümkün değildir. Salgının yayılma hızı bunu göstermektedir.

Evde kal çağrısı, her işçiye, elektrik, su, doğalgaz, telefon faturalarını, kiraları ödememe hakkını vermektedir. Faturanı ödeme, kiranı ödeme.

İşyerlerinde hiçbir önlem alınmamaktadır. İnşaat işçileri bunu dile getirmiştir. Birçok fabrikada, işçiler, önlem alınması için direnişe geçmiştir. Bu denli açgözlülüğün, bu denli kâr hırsının öne çıktığı bugünkü koşullarda, işçilerin kendi sağlıklarını, yaşamlarını korumasının, direnişten başka yolu yoktur.

Nitekim bazı işyerlerinde işçiler, “ücretli izin hakkı”nı, en azından kâğıt üstünde almıştır, fiilî olarak bazı önlemlerin alınmasını sağlamıştır.

Salgın, sınıf savaşımının kapsamını da ortaya koymaktadır.

İşçi sınıfı, sadece sömürüye karşı mücadele etmiyor. Tüm ayrımcılığa karşı, aşağılanmaya, açlığa, yoksulluğa, doğanın yağmalanmasına, gezegenin kapitalist kâr uğruna yok edilmesine karşı da mücadele ediyor. İşçi sınıfının sosyalizm mücadelesi, eşit eğitim, ücretsiz ve herkese eşit sağlık hizmeti, cinsiyet ayrımcılığının kalkması, her türlü aşağılanmanın son bulması, halk sağlığı hizmeti alabilmek, doğru kentleşme mücadelesini vb. de içermektedir.

İşçi sınıfına, devrimcilere, salgın nedeni ile, “mücadeleye ara verin” telkini, saflık değil ise, “vatan millet” masallarının bir başka çeşididir. Saray Rejimi, hiçbir saldırısına ara vermemektedir. Tersine, ihalelere bile ara vermemeleri bunu gösterir. Kayyum politikaları bunu gösterir. Devlet olanaklarının sahra hastahaneleri kurulmasına yönlendirilmemesi de bunun kanıtıdır.

Saray Rejimi, salgına karşı “neoliberal” yaklaşım içindedir. Dezenfektanlar ateş pahası olmakta, kolonya fiyatları şişmekte, işçiler ücretsiz izine çıkarılmakta, ilaçlar ateş pahasına çıkmakta, test ücretleri karaborsaya düşmektedir.

Salgını “allahın lütfu” diye gören mantık budur.

Salgına karşı mücadele, Saray Rejimi’ne karşı mücadelenin, sınıf savaşımının bir parçasıdır.

İşçiler, tüm sağlık çalışanları, bu mücadelenin öncüleri olmak zorundadırlar.

Zaman çok kıymetlidir. Tereddüt, ölüm demektir.

Tüm hastahaneler, tüm tıbbî araç ve gereçler halkındır.