Kapitalizmden Komünizme Geçiş – Dünya Devrimci Hareketinde Üç Temel Hastalık (Ekonomizmin Üç Fidanı) Demokrasi, Barış, Enternasyonalizmin Reddi

 

Önceki Bölüm: Ekim Devrimi Deneyimi Üzerine
SSCB’nin çözülüşü ve teslimiyeti, sadece II. Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan sürecin sonu olmadı, aynı zamanda ve esas itibariyle Ekim Devrimi ile başlayan sürecin de yenilgisi oldu.
Ekim Devrimi düşmanın akıl almaz saldırılarına karşı koydu. SSCB mitolojideki kuş misali, kendi külleri içinden birden fazla yeniden doğdu. Ama kapitalist-emperyalist sistemin en güçsüz olduğu bir dönemde, kendini bitirdi. Daha uygun deyimi ile çürüme, emperyalizmin en güçsüz olduğu dönemde son noktasına geldi.
Gerçekten emperyalizm güçsüz müydü? Nikaragua Devrimi, İran’ın ABD emperyalizminin kalesinin İslam Devrimi ile düşmesi, Vietnam yenilgisinin üzerine tuz biber ekmişti. Aslında hem Ortadoğu’da, hem Latin Amerika’da ABD yenilgiler almaya başlamıştı. Bu yıllarda anti-Amerikancı tutumu, anti-emperyalizm ile özdeşleştirmesi ve anti-emperyalizmi anti-kapitalizm dışında araması yanlıştır. Ama anti-Amerikancılığın yayılması, sistemin prestij kaybının en açık kanıtıydı. Ekonomik kriz ise en açık olarak 1970’lerde kendini açığa vurmuştur. 1950 ve 1960’ların görece istikrarlı gelişimi 1970’lerde son bulmuştur. 1945 sonrasında Bretoon Woods kasabasında doların egemenliğini pekiştiren anlaşma, 1970’lerde çökmüştür.
ABD ve İngiliz emperyalistleri bu noktada yeni bir saldırı ile, uluslararası planda şiddeti tırmandırma yolu ile gidişe müdahaleye yöneldiler. Bu yeni saldırı, yıldız savaşları projesinin de nedenidir. Saldırı ekonomik alanda “yeni muhafazakâr” saldırı adını aldı ve ilk Thatcher’de ifadesini buldu. Aslında bu çırpınışın bu kadar başarılı olacağını rüyalarında görseler inanmazlardı. İnanmamakta da haklıydılar. İşte bu nedenle denebilir ki SSCB nezdinde sosyalizmin uluslararası yenilgisi, gerçekte bir iç çürüme ve çözülüşün ürünüdür. Kapitalist restorasyon bu sürecin genel adıdır.
Yenilgi çürüme sonucu oluştu ise, çürümenin bir günde gerçekleşmediği de kabul edilmelidir. Sınıfın ve devrimin öncüsü olan partinin, kapitalist restorasyonun öncüsü haline gelmesi, şiddetli çarpışmalar olmadan çözülmeyi garantilemiştir.
Ekim Devrimi’nin mimarı olan parti, uzunca bir sürede gerçekleşen iç çüreme ve deformasyonla çözülüşü garanti altına aldı. Parti, bir yandan toplumda varolan imajını korudu, diğer yandan içeride tamamen çürüdü. Brejnev sonrasında peş peşe ölen yeni genel sekreterlerin ardından çürümüş “eskiler”… ve çürümüş eskilerin önünde engel olarak giren yeniler son vuruşlarla çürümeyi noktaladılar. Yeltsin’in, Ekim Devrimi’nin mimarı olan bir partinin üst düzeyinde yer alması ve bunların istisna olmaması, restorasyonun önceden başladığını, rejimin iç çürüme sonucu çöktüğünü göstermektedir.
Yenilginin hemen ardından, büyük bir yalnızlık, şaşkınlık içine düşen dünya devrimci hareketi, kendi içinde de ciddi ama şiddetli çarpışmalara neden olmayan ayrışmalar yaşadı. Bu hemen her ülkede gerçekleşti. Yeni ayrışma ciddidir çünkü, dünya devrimci hareketi ihanetin bu boyutu ile ilk kez karşılaşmaktadır. Eski sosyalist ülkeler, varolan ve ne olduğunu anlamayan devrimciler, hâlâ moralsiz ve şaşkındırlar. Ekim Devrimi ile başlayan sürecin neredeyse tüm kazanımları kaybedildi. Şiddetli çarpışmalar yaşanmadı, çünkü bir yandan, dünya devrimci hareketinin çok önceleri başlayan ideolojik yenilgisi ile devrimci saşarda kalanlar kendilerini büyük oranda güçsüz hissettiler. Diğer yandan ise, devrimci saşardakiler hem az sayıda hem de dağınıktırlar.
Ayrışmalarda çarpışmaların nedeni de, şiddeti de devrimci rotayı sürdürmek isteyenlerle olur. Ama yenilginin uzunca bir süredir zaten ideolojik alanda yaşanıyor olması, çözülüşün olağanüstü hızı ile birleşince devrimci kampta kalanlar önce olanları kavramaya çalıştılar. Olayların arkasında kaldılar. Böylesi bir yol ayrımında devrimciler kendilerini ayıramadılar. Tüm yönleri ile kendilerini sorgulamaya başladılar. Bu durum ayrışmanın ve tarihî çarpışma ve hesaplaşmanın da uzun süreye yayılmasına neden oldu. Tereddüt edilmeden denilebilir ki, önümüzdeki yıllar, ayrışma ve hesaplaşma yıllarıdır. Aynı anlama gelmek üzere, devrimci hareketin, devrimci dünyanın yeniden doğuş yıllarıdır.
Bugün pek çok devrimci bu süreci değerlendirirken, “ne yapmamalıyız” diye bakıyor. Aslında yenilginin rezilce yaşanması, kazanımların değerini silmemelidir.
Bize sorulursa, sadece “ne yapmamalıyız” sorusunun değil, “ne yapmalıyız” sorusunun da yanıtı mevcuttur. Ortada ciddi bir miras vardır. Mirasın ciddiliği yapılanların ne kadarının doğru ve ne kadarının yanlış olduğu ile ölçülmez. Bu, işin nicelik yönü ile ilgilenmek olur.
150 yıl önce Komünist Manifesto yazarları Avrupa’da bir komünizm hayaletinin dolaştığını söylüyorlardı. Ekim Devrimi hayalete kan ve can katmıştır. Ekim Devrimi ile başlayan süreç, dünya burjuvazisinin “uyanıp da kurtulmak istediği bir kâbus”tur. Bu sürecin bize bıraktığı miras, ölçüsüz değerdedir. Bir de buna sosyalizmin “insan eliyle kurulan” ilk toplum, bir bilinçli kuruculuk olduğu eklenirse, deneyimin değeri daha iyi anlaşılacaktır.
Bir yandan bu mirasın gelecek için anlamı açısından, diğer yandan da yenilginin esas olarak içeriden ve öncelikle ideolojik alandan başlamış olması nedeniyle biz, ne yapmalı sorusu çerçevesinde, dünya devrimci hareketinin önündeki “geçmişten bugüne uzanan”, ama henüz bizim cephemizden hesaplaşılmamış hastalıkların üzerinde duracağız.
Tarih bilimi nedir? Tarih, gelecekten bakmayı öğretir. Bu nedenle tarih biliminin dünyayı değiştirmek isteyenler için önemi büyüktür. Tersine, dünyanın değişimine karşı çıkanlar için ise, tarih, geleceğin görülmeyeceği ölçüde geçmişin olaylarını tekleştiren bir mani olmalıdır. Gelecek derdi olmayanın tarihten öğreneceği de yoktur. Burjuvazi için gelecek, ilerlemek, bugünde kalmaktır. Bizim için ise gelecek, bugünü yıkmak, sınışı toplumu aşmak, “durmadan akan, yıkıp yapan hayatın çizgilenmiş sesi” olmak, ölü yıldızlara hayatı taşımaktır.
Önce bir soru ile başlamak gerekir. İkinci Enternasyonal öldü mü? İkinci Enternasyonal’in katkısı; Üçüncü Enternasyonal’in doğuşu, işçi hareketi içinde bir ayrışmanın netleşmesi ve bunun sonucu olarak devrimci kamptakilerin Ekim Devrimi ile zafere ulaşmaları sayesinde gerçekleşmiştir. Yani ayrımda son sözü pratik söylemiştir. Ekim Devrimi ile “göğün fethi” başlamıştır. Bu ise, II. Enternasyonal’in sonu demektir. Nitekim Ekim Devrimi’nin ateşi, II. Enternasyonal döneklerinin gerçek yüzlerini aydınlatmıştır.
Ancak, Ekim Devrimi ile başlayan bir dünya devrimi vardır. Ve bu dünya devrimi 1921’e gelindiğinde yenilmiştir. İngilizlerin kuşatma siyaseti, Avrupa işçi hareketinde reformizin etkilerinin derinliği sayesinde Ekim Devrimi’ni yalnız bırakmayı başarmıştır. Tek başına Ekim Devrimi olarak ele alınınca 1921’de bir yenilgi görülmez. Ama bu bakış da “dünya devrimi” bakışının terkedilmesi anlamına gelir. Zaten 1921’de varolan yenilginin daha sonraki dönemlerde göz ardı edilmesi, sadece yeni doğan sosyalizmin oluşturduğu coşkunun yenilgiyi gölgede bırakması gibi nesnel etkilerle açıklanamaz. Tersine, dünya devrimi perspektiŞnin savunma psikolojisi koşullarında aşınmaya başlaması ile de açıklanmalıdır. O zaman resim tamamlanabilir. Dünya devrimi perspektiŞ ile bakıldığında, hem Ekim Devrimi’nin önemi anlaşılır, hem de 1921’deki yenilgisinin önemi.
Dünya devrimci hareketi, 1921 yenilgisi sonrasında, yeni bir devrim dalgasına kadar hummalı bir çalışmaya başlamak, yeni dönemin kapitalizm üzerinde etkilerini incelemek, sosyalizmin gelişimi üzerine kafa yormak ama kapitalist-emperyalist zinciri en zayıf halkasından parçalamak üzere güçlerini organize etmek durumundaydı. Tüm. bunlar, askerî açıdan savunma anlamına gelse de, genel olarak saldırı psikolojisinin terk edilmediği bir hazırlık dönemi anlamına gelir.
Devrimci hareketin geri çekiliş dönemleri, doğal olarak düşmanın saldırıya geçişini de başlatır. Öyle olmuştur. Ekim Devrimi korkusu, dünya burjuvazisini devrimi boğma görevi ile yüzyüze getirmiştir. Bu, her ülke burjuvazisinin aynı zamanda iç görevidir. İngiliz işçi sınıfının pek çok hakları bu dönem sonrasında elde edilmiştir. Yani Ekim Devrimi, devrime uzak ülkelerde bile bir iç sorun olarak gündeme girmiş, sınıf savaşımını keskinleştirmiştir. Egemen sınıf olan burjuvazi adına bu saldırıyı yanıtlamak elbette, en başta devletin yeniden organize edilmesini gerektirdi. İşte faşizm bu süreçteki karşı-devrim saldırışıdır.
Sanıyorum ki, askerî açıdan da, saldırıların her birinin zafer beklentisiyle yapılması yanlıştır. Nihaî zafer için, ilk önce düşmana sürekli savunmada kalmayı başaracak saldırılar organize etmek paha biçilmez fırsatlar doğuruyor. Sürekli savunmada kalmak durumuna düşen orduda çözülmeler daha rahat oluşuyor. Ancak derin bir teorik kavrayışla, dağın arkasını görebilmek, bu çözülüşleri önleyebilir. Bu nedenle de çözülüş, önce bakışı kaybetmekte, ufkun daralmasında, yani ideolojik planda gündeme geliyor. Faşizm saldırısı, kapitalist-emperyalist zincirin (ki bu zincirin gücü en zayıf halkasının gücü ile belirlenir) zayışadığı bir anda, devrimci bir saldırıyı önlemek için, devrim ve sosyalizm düşlerinin saldırı durumuna geçmelerini önlemek için işe yaramıştır.
Her saldırıda, en basit deyimi ile “gürültü” önemlidir. Bir mahalle kavgasında bile, sizin tarafınızın bağırtılı bir saldırısı, karşı tarafı korkutucu bir etkiye sahiptir.
Gürültü miktarı, her zaman güçle eş değildir. Hatta çoğunlukla gürültü, çok zayıf olunduğu bir anda daha fazladır. Bir örnek de verilebilir: Atom bombasının korkutuculuğu nerededir? Kesin olarak düşünsel, ideolojik plandadır. Napalm daha çok savaş kazanmamış mıdır? Ya da molotof kokteyli daha etkili bir silah değil midir? Ama yine de korkutucu olanı atomdur. Atomun varlığı önemlidir, yoksa kullanılması değil.
Bu nedenle düşmanın saldırısındaki gürültüsünün arkasındaki yapıyı iyi tanıyorsanız, siz daha etkili ve manevra gücü daha yüksek bir saldırı ile gürültüsünü başına yıkabilirsiniz. Faşizm saldırısı, 1930’lardan başlayarak, sosyalizmi, dünya devrimci hareketini tümüyle savunma konumuna “mıhladı”. Elbette 1921 yenilgisi dışında bir esaslı yenilgi gündeme gelmediği halde. Bu savunma konumu, hedeŞ daralttı. Devrim ve sosyalizm cephesinin hedeŞ, devrim ve sosyalizm olmaktan çıktı. Tek başına bu olgu, yani hedeŞn gözardı edilmesi olgusu, girişilecek her muharebede, ne kadar yiğitçe dövüşülürse dövüşülsün, nihaî zaferi olanaksız kılar. Öyle olmuştur. Bunun ilk örneği de İspanya İç Savaşı’nda yaşanmıştır. İspanya İç Savaşı, Komintern’in faşizm ile ilgili taktiklerinin yenilgisidir. Bu taktiklerin, uzlaşma olduğu, devrim ve sosyalizm savaşımına hizmet etmediği ortaya çıkmıştır.
Yeri gelmişken, bu bakış bizi, hem günah keçilerini aramaktan kurtarıyor ve hem de tarihe milatlar koyma girişiminden. Elbette her sürecin önemli dönüm noktaları ve önemli kişileri vardır. Ama onları yaratan, kendilerinin de etkiledikleri bir süreçtir. Buraya bakmak gerekir.
II. Enternasyonal ile ilgili sorumuza dönelim. İşte bu süreç, bu savunma süreci ve her şeye rağmen savunmada “mıhlanmak”, II. Enternasyonal’i diriltmeye olanak tanıyan bir dönemi de noktaladı. Saldırı anında bir ordunun saşarında çözülme ve düşmanın uzantıları nesnellik nedeniyle, son derece zayıf olur. Ama savunma dönemleri, oportünizmin boy atması için, ölü halleri ile bile ortamı kokutmaları için bulunmaz fırsatlar sunar. İşte sosyalizmi ve dünya devrimci hareketini uluslararası yenilgiye götüren sürecin temeli olan ekonomizme batış, bu koşullarda, II. Enternasyonalin yeniden doğuşu olarak gerçekleşmiştir. Avrupa Komünizmi’nin, II. Enternasyonal oportünizminin, farklı koşullardaki biçimi olduğunu söylemek mümkündür.
II. Dünya Savaşı, ikili bir karaktere sahipti. Başlangıçta savaş, SSCB’nin boğulması hedeŞni güdüyordu. Ancak SSCB’nin boğulması hedeŞ, doğal olarak onu boğacak gücün genişlemesi, yayılması sonucunu da doğurur. Almanya bu yolla genişleme yolu bulacaktı. Tarihi boyunca sömürgeler bulmak konusunda sıkıntılar yaşamış olan Alman emperyalizmi, bir yandan tüm emperyalist ülkelerin vurucu gücü olarak SSCB’yi boğma onurunu elde edecekti, diğer yandan ise, bu ortaklar arasındaki başarının en büyük ödülünü, doğal olarak kazanmış olacaktı. Bu noktada ABD ve İngiliz emperyalizminin temsilcileri, Hitler’den ayrı düşünmüyordu. Ayrılık, oluşursa zafer veya yenilgi sonrasında gündeme gelebilirdi ve bu da, savaşa ikinci karakteri olan paylaşım savaşı olma özelliğini katmaktaydı.
Fransa’nın hemen teslim olması, sanırım, Hitler’den duyulan korkudan çok, SSCB’yi boğma isteğinin dayanılmazlığına bağlanabilir. Bu noktada faşizme ve Hitler’e karşı yürütülen devrimci ajitasyon, dünyaya Hitler’in tüm emperyalist ülkelerin SSCB’yi boğmak için sarıldıkları bir vurucu kol olduğunu açıklama hedeŞni gütmeliydi. Oysa tersine, Hitler’in kapitalist-emperyalist kamp içinde bile yer almaması gereken birisi olduğu açıklanarak, faşizmi doğuran kapitalizm dolaysız olarak aklanıyordu.
Komintern, Hitler ile İngiliz, Fransız, ABD emperyalizmi arasında bir ayrım yapıyordu. Fransız, İngiliz, ABD emperyalistleri sanki suçsuz, günahsız idi. Ve sanki onlar emperyalist değildi. Böylece Hitler tüm kötülüklerin kaynağı olmuştu. Bu metaŞzik bakış aslında anti-Hitler koalisyon hedeŞ altında uzlaşmacılığın gizlenmesini de sağlamıştı.
SSCB’nin dış politikası, dünya devrimi hedeŞnin temel ekseni oldu. Tersine SSCB, dış politikasını dünya devriminin çıkarlarına göre yönlendirmeliydi. Ama o, sadece “anavatan’ın savunulması” ile ilgilendi.
Bu saldırı sürerken, yenileceğine inandıkları sosyalizmin üzerinde yükseleceği topraklar başta olmak üzere, Avrupa, Asya ve Afrika’nın yeniden paylaşılması da gündemdeydi. Elbette işin bu yanı SSCB’nin yenilgisi sonrasında “dostlar arasında bir mesele”ydi. ABD bu savaş boyunca SSCB’yi boğsa bile Almanya’nın çok zayışayacağı ve bunun elbette en iyi sonuç olacağı üzerinden hesap yapıyordu. Stalingrad Savunması, emperyalist merkezlere Hitler’in sonunun yaklaştığını gösterdi. Nitekim Eden, hemen Stalin ile bir araya gelme yolları aradı. Ne zaman ki, Kızıl Ordu Avrupa’ya doğru ilerlemeye başladı, işte o zamana kadar ertelenen ikinci cephe de açıldı. Hitler’e karşı değil, Kızıl Ordu’nun ilerleyişine karşı, Stalin, askeri düşünce ile ikinci cephenin Almanya’ya karşı açılacağını, emperyalistler arası çelişkilerin artacağını sanıyor. Ama yanılıyor. İkinci cephe, SSCB’nin zaferi, Avrupa’daki güçlü gerilla savaşları sayesinde ateşlenen Avrupa devrimlerini durdurmak için açılmıştır.
Kuraldır; olayların yaşandığı anda, onları çözümlemek güçtür, ama gereklidir. Olayların yaşandığı dönemden bir 10-20 yıl sonra, çoğunlukla olup biteni anlamak daha kolaydır. Elbette bu çaba, geleceğe ışık tutmak için şarttır.
Elbette burada Stalingrad Savunması tek başına değildir. İtalya, Yunanistan ve Fransa’da devrim kapıdadır. Komünistler önderliğindeki direniş, bu üç ülkeyi düşürmek üzeredir. ABD ve İngiltere’yi Stalin ile görüşmeye iten nedenler bunlardır, yoksa bugün anlatıldığı gibi, Hitler’i yenmek için SSCB’yi desteklemek değildir.
Yeni dünyanın patronluğuna soyunan ABD, II. Dünya Savaşı için stratejisini “savaşın dışında kalarak kazanmak” olarak belirlemişti. Bu politika içte ABD kamuoyuna “en az kayıpla ülkemizin çıkarlarını korumak” sloganı ile, sözde barışçıl bir politika olarak sunuldu. Aslında sloganın kendisi, gizli olarak saldırganlığı da içeriyordu. Bu strateji, Almanya’nın SSCB’yi yenmesi halinde bile, hem kendisini, hem de Avrupa’nın iki emperyalist gücünü; İngiltere ve Fransa’yı zayıf düşüreceği düşüncesine dayanıyordu. Böylece ABD emperyalizmi hem Avrupa’ya yayılacak, hem de sosyalizmsiz bir dünyanın lideri olacaktı. Bu nedenle savaş en başında bu ikili karakteri birlikte taşımıştır. Başkası da olanaksızdır. Eğer II. Dünya Savaşı bilinen biçimiyle sonuçlanmasaydı, yani SSCB yenilseydi, o zaman, aslında bu zaferin Hitler’den çok ABD’ye ait olduğuna ilişkin acaba kaç Şlm seyredecektik? Savaş sonrasında “demokrasi” şampiyonluğu yapmak için anti-Hitler bir kampanyayla, emperyalist-kapitalist sistemi aklama çabaları, bu durumda “Kızıl Tehlike”nin ezilmesi yoluyla yapılacaktı.
Ekim Devrimi’nin zaferi, 1921’de dünya devriminin yenilgisi ile birlikte varolmak zorunda kaldı. Yeni bir dünya devrimi dalgasına kadar eldeki üssü korumak pratik bir zorunluluk oldu. Faşizm saldırısı, bu eldeki üssün ne pahasına olursa olsun elde tutulması “zorunluluğu” Şkrini kalıcılaştırdı ve böylece “elde tutmanın” teorileştirilmesinin yolu açıldı. Elbette bu noktada, dünya devrimi perspektiŞnin terkedilmesinin yarattığı tahrifat belirleyicidir.
II. Dünya Savaşı sonuçları da, dünya devrimi açışından hem zafer, hem de yenilgidir. Kazanılan zaferin kavranamadığı noktada, ağır basan yenilgi yönüdür. Evet, Sovyet “Anavatan”ı korunmuştur. Hatta, Doğu Avrupa’da onun etkisi altında bir alan da oluşmuştur. Yugoslavya’da devrim zafere ulaşmış, Çin Devrimi zafere ulaşmıştır. Ama tüm bunların yanısıra Fransa, Yunanistan ve İtalya’da devrim yenilmiştir. Üstelik bu yenilgi uygulanan yanlış politikaların sonucudur. Bu üç ülkede gelişecek devrim, elbette en çok da Fransa’da gerçekleşecek devrim, deyim yerinde ise, sosyalizmin sivri uçlarını temsil etmekteydi. Ve emperyalizm bu sivri uçları törpüleyerek, sonuçta daha geniş bir kara parçası üzerinde de olsa, sosyalizmin izole edilmesine dönük ilk adımları attı. Ancak önce şu noktada netleşmek gerekir; sosyalizmin izole edilmesi, aslında teorik “ricat”ın kaçınılmaz sonucudur.
Stalin, savaşı görüyor. Savaşın başlama süresini geciktirmek, iç sorunların ve ekonomik güçlüklerin üzerinden gelmek, bu yolla savaşa hazırlanmak için manevralara girişiyor. Manevralar, tam bir askerî dar mantıkla yapılıyor. Amaç hep “anavatan savunusu” oluyor. Dünya devrimi perspektiŞ akla bile gelmiyor. Örneğin; Enternasyonal dağıtılıyor, bu adım dünya burjuvazisini sevinç göz yaşlarına boğuyor. Bu durum, saldırı karşısında, karşı saldırı yolunun seçilmediğinin de göstergesi oluyor. Elbette bu adım, “barış içinde bir arada yaşama” politikasının gerekçelediği Birleşmiş Milletler’e dahil olunmasının bir taktik olmadığını gösteriyor. Böylece iki kutuplu dünyanın sonsuz ve sorunsuz bir arada yaşayacağı yanılsaması ile, sosyalizm kendi kaçınılmaz yenilgisini hazırlıyor. İki ayrı dünya değil, bir dünyada iki ayrı kutup olmak, hem anavatanın savunulması ile (sosyalizmin bir kara parçasında savunulması), hem de “etki alanları” anlaşması ile uyum içindedir.
II. Enternasyonal, I. Paylaşım Savaşı’nı, her kapitalist ülkede iç savaşa dönüştürüp, iktidara yürümeyi reddetti. Onun yerine, ikiyüzlüce “kendi burjuvalarını” desteklemeyi koydu. III. Enternasyonal ise, dünya devrimi stratejisi yerine, anavatan savunusunu koyarak, daha az olmayan bir ikiyüzlülükle, diğer ülkelerdeki devrimleri feda etti. En başta kendi varlığına son verdi. Btı “taktik”, yazımızın başında belirttiğimiz hastalıklara ya da ekonomizm hastalığının üç görünüş biçiminin ortaya çıkmasına kaynaklık etti. Bu uzlaşma, sonuçlarını, yenilgi ve çözülüşle ortaya serdi.

1- EMPERYALİSTLER ARASI ÇELİŞKİLERİN ABARTILMASI
VE ENTERNASYONALİZMİN REDDİ

Yeni bir dünya devrimine kadar mevzinin elde tutulması, doğası gereği pratik bir taviz, belli koşulların zorunlu adımıdır. Ancak bu yol, elde tutulan mevzinin dünya devriminin çıkarları için gözden çıkarılmasını gerektiren bir aktif savunma (en iyi savunma saldırıdır) yoludur. Bir yandan iç savaşın yaraları, diğer yandan emperyalizmin kuşatması, binbir zorluk altında, devrimle iktidarı almak ile kıyaslanabilecek kadar büyük bir savaşımla, sosyalizmin bu ilk mevzii ayakta tutulmaya çalışılıyor. Gerçekten mitolojideki kuşun öyküsünü aratmayacak denli zorluklarla boğuşuluyor. Bu zorluklarla elde edilenler, faşizm saldırısı ile tehdit edilmeye başlayınca anavatanın savunması her şeyin önüne geçiyor. Faşizm saldırısı Ekim Devrimi’nin Avrupa’ya yayılmasını önlüyor. Avrupa’da faşizmin zaferi, SSCB’nin de Avrupa devriminden ümidi kesmesine zemin hazırlıyor. Her zaman olduğu gibi yine pratik, teorinin dağın arkasını gören ışığının yokluğunda, öne çıkıyor ve anavatan savunusunu temel alıyor.
Tek ülkede sosyalizm ile anavatan savunusu birleşince, teorinin enternasyonalist özü yerine, ulusallık geçmeye başlıyor. Ama elbette bunlar İkinci Dünya Savaşı sıcaklığı içinde ancak eğilimler olarak varlar ve pek çoğunun taktik değerleri olduğu söylenebilir. Biz ise esas olarak, daha sonraları çözülüşe götürecek sürecin, ideolojik deformasyonun başlangıcını ve nedenlerini inceliyoruz. Bu nedenle süreci 1921’den ayırmak zorunlu oluyor. Sürecin bu yönüne kısaca değinmiştik.
Ulusallık hastalığını besleyen en önemli unsur, emperyalistler arası çelişkiye verilen değerdir. Değer diyorum, çünkü hiçbir abartı bu sınıra varınca değer olmaktan kurtulamaz. Stalin, emperyalistler arası çelişkiyi abartıyor. Bu noktada Stalin’in, Lenin’i nasıl vulgar bir mantıkla algıladığını izlemeliyiz.
Stalin, Leninizm üzerine konuşurken, Lenin’in, emperyalizm çürümüş kapitalizmdir, sözünü nasıl anladığını gösteriyor. Aslında Leninizm’i anlatırken Rusya’ya övgüler düzmekten de kaçınılmamış. Ama biz esas olarak çürümüş kapitalizm ile ilgiliyiz. Lenin’in bu görüşünün üç tip çelişkiyi keskinleştirmesi nedeniyle doğru olduğunu söylüyor. Bu üç çelişkiden birincisi, emek-sermaye çelişkisidir. Emperyalizm bu çelişkiyi keskinleştiriyor. Stalin’e göre çürümüş kapitalizmin kanıtlarının ikincisi, dünyanın yeniden paylaşılması amacıyla emperyalist ülkeler arasındaki çelişkinin keskinleşmesidir. Üçüncüsü ise, emperyalist ülkelerle, onların boğazladığı, talan ettiği, kendilerine bağımlı kıldığı sömürge ve yarı-sömürge ülkeler arasındaki çelişkilerdir. Stalin bu üç çelişkinin “emperyalizm çürümüş kapitalizmdir” tezinin doğrulayıcıları olduğunu söylüyor.
Aslında bir miktar emek ile üç dünya teorisinin Stalin’in bu satırlarının çocuğu olduğu çıkartılabilir. ÇKP’nin SBKP çizgisinin reddi olmadığı açıktır. TKP ile TDKP arasında, söylem farkı bir yana, bir ayrım olmadığı kesindir. Ne mücadele yöntemleri, ne de devrim ve örgüt anlayışı açısından. Tek fark, TDKP’nin daha köylü olduğudur.
Oysa Lenin’in Emperyalizm kitabından adı geçen bölüme bakıldığında durumu daha farklı ortaya koyduğu görülecektir. Lenin, çürümüş kapitalizm tezini anlatırken tam da iç çelişkilerden hareket eden tekelcilik her zaman durgunluk ve çürüme demektir, diyor. Elbette, tekeller arasında tekelci rekabet bitmez (Bu tekelci rekabetin bitmesi hâli ult-ra-emperyalizm teorisinin kendisidir). Tekeller çeşitli anlaşmalara giderken bile “buldun mu bir dana, at yuları boynuna”dan vazgeçmezler. Yani anlaşmalar, rekabeti yoketmezler. Tersine anlaşmalar rekabet nedeniyle ve onun bir biçimi olarak vardırlar. Tekel bir kez tekel olduktan sonra, bu tekelci rekabete rağmen, bir genel durgunluk ve çürümeyi ifade eder. Çürüme tekelciliğin bir karakteridir. Elbette bu hiçbir gelişmenin olmayacağı anlamına gelmiyor.
Çürümeyi hareketsizlik ve gelişmenin donması olarak algılamak yine o tanıdık metaŞzik bakışın ürünü değil midir?
Çürümüş kapitalizmin ikinci göstergesi, emperyalist ülkelerde oluşan sermaye fazlası ile rantiyeliğin öne geçmesi, sermayenin üretime gitmemesidir. Öyle ki sermaye ihracı bu asalaklığı değiştirmez, tersine artırır. Borsa dahisi olmak, üretime yönelmekten çok daha kârlı olur. Ama bu tam da kapitalizmin çürümüşlüğünün, kokuşmuşluğunun göstergesidir.
Görüldüğü gibi Stalin ve Lenin’de çürümüş kapitalizm farklı durmaktadır. Lenin’de çürümüş kapitalizm tespiti, bir iç olgu, iç çelişkilerin sonucudur. Aynı biçimde tekel, kapitalizmin yasalarının kaçınılmaz sonucudur, çürüme de. Elbette emperyalist aşamada Stalin’in saydığı çelişkilerin keskinleşmesi gerçekleşmektedir. Ama bu çürüme, çelişkileri, en çok sömürge-yarı-sömürge ülkelerde keskinleştirmektedir. Lenin, bu çürümeyi anlatırken sömürge ülkelere yapılan sermaye ihraçlarının, aynı zamanda emperyalist ülkelerin işçi sınıfını satın almak için bir ekonomik zemin oluşturduğunu da uzun uzun anlatır. Yani çürüme, emperyalist merkezlerde daha fazladır. Ama çürümenin sonuçları bağımlı ülkelere ihraç edilmektedir.
Burada ayırt edici nokta emperyalist-kapitalist bir dünya ekonomisinin, bir zincirin varlığını görmek ve çürümeyi bu zincirin en zayıf halkasının gücünün, zincirin gücünü oluşturacağı gerçeğiyle ele almaktır. Böyle olunca hem emperyalist ülkeler arasındaki çelişki, hem de onlarla sömürge yarı-sömürge ülkeler arasındaki çelişki ikinci plana geçecektir. Böylelikle de çelişkilerin genel olarak keskinleşmesinden değil, özel olarak zincirin en zayıf halkalarında emek-sermaye çelişkisini keskinleştirecek tarzda onunla yumaklaşmasından söz etmek uygun olacaktır.
Stalin, üç tip çelişkinin keskinleşmesini çürümeyi ifade etmek için öne sürüyor ama aslında burada çürüme, yıkılma ile eşanlamlılık kazanıyor. Böylece, sonucu kapitalizmin çökeceği görüşünün yolu açılıyor.
Emperyalistler arası çelişki, emperyalist ülkelerle bağımlı ülkeler arasındaki çelişki, sanki kendiliğinden kapitalizmi mezara götürüyor görüşü çıkıyor.
Stalin, II. Dünya Savaşı’nın bitimine doğru, yani zafere yakın iken, İngiliz ve ABD emperyalizmi ile masaya otururken, en çok emperyalistler arası çelişkileri kullanmayı planlamıştır. Emperyalist dünyanın SSCB’nin üzerine sürdüğü faşizm yenilirken, emperyalist dünyanın ayakta kalan güçleri devrimin yayılmasından korkuyorlar. SSCB çok büyük kayıplarla, destanlar yazarak, külleri arasından ikinci kez doğuyordu. Bu noktada ABD ve İngiliz emperyalistleri Fransa, İtalya ve Yunanistan devrimlerini önleyebilmeyi başarmak ve III. Dünya Savaşı tehdidiyle külleri arasında doğuma hazırlanan SSCB’yi savunmaya itmek istiyorlardı.
Bunun için daha 1942’de Eden, korka korka “etki alanları” görüşünü ortaya attı. Aslında “etki alanları” görüşü, iki sistemin çarpışması yerine, iki kutuplu bir aradalığın ortak paydasını oluşturma girişimidir. Bu yolla emperyalist merkezler Fransa, Yunanistan, İtalya’yla, Kore, Türkiye vb. yerleri etki alanları ilan ettiler. Aslında bu mantığı reddedip, tüm yeryüzünü sosyalizmin alanı olarak görmek ve öyle davranmak gerekirdi. Kaldı ki, II. Dünya Savaşı sonrasında saldırıya geçmesi gereken elbette dünya devrimci hareketi idi. Ama dünya devrimci hareketi enternasyonalist örgütünün yokluğu altında, SSCB’nin dış politikasına endekslenmişti. Bu dış politika da, anavatan savunmasına. Stalin, SSCB’nin yeni bir savaşa girmeyeceği “gerçeğinden” hareket ediyordu. Aslında burada da görüldüğü gibi dünya devrimini yönlendirme yerine, askerî taktikleri temel alma belirleyici oluyor. Atom bombasının SSCB’nin etki alanını kabul etmesi ve bunun sınırlarını makul bir biçimde çizmesi gibi temel bir işlevi olduğu, bunun için Nagasaki ve Hiroşima’ya atıldığı kesindir. Öte yandan Stalin’in kapitalist dünyanın patronluğuna soyunan ABD ile İngiliz ve Fransız emperyalizmi arasında oluşacak çelişkiye çok ümit bağladığı söylenebilir. ABD en çok Avrupa’yı sınırlandırmak istiyor. Onun için Normandiya çıkarması iki işlevi birlikte görüyor. Bir yandan “ABD Avrupa’ya yayılır” mantığı ile Stalin’in emperyalistler arası çelişkileri abartmasını destekliyor, diğer yandan ve esas olarak Kızıl Ordu’yu durdurup Fransa ve İtalya’da devrimin önünü kesiyor.
Emperyalistler arası çelişkilerin abartılması, ancak “ulusçu” bir bakış açısı ile olanaklıdır. Yani emperyalistler arası çelişkileri abartmanın diğer ucu bir ulusal gözlükle bakmaktır. İşte anavatanın savunusu buna zemin hazırlamıştır. O nedenle de hem Fransız Komünist Partisi, hem İtalyan Komünist Partisi iktidarı tepmişlerdir. Her iki büyük parti de iktidarı teperken anti-Hitler koalisyondan söz etmişlerdir. SSCB’nin dış politikası o dönemde anti-Hitler koalisyon (İngiltere, ABD, SSCB üçlü ittifakı) üzerine kuruludur. FKP ve İKP bu politikayı, hiçbir süzgeçten geçirmeksizin kendi ülkelerinde benimsemişlerdir. Böylelikle de faşizme karşı savaşım, burjuva demokrasisi hedeŞne kilitlendi. Sosyalist bir ülkenin dış politikası ile kapitalist bir ülkede KP’nin politik perspektiŞnin bu aynılığı, elbette bağışlanır değildir.
Emperyalistler arası çelişkilerin abartılması, içte burjuvazi arasındaki çelişkilerin abartılmasına varır. FKP ve İKP, Hitlerciler hariç her burjuva parti ile işbirliğine (üstelik kendi güçleri ile uyuşmayan bir sonuca razı olarak, garip fedakârlıklarla ve bu fedakârlıkları ulus adına yaptıklarını söyleyerek) giriştiler. 1960’larda anti-tekel devrim, ileri demokratik düzen vb. biçimindeki söylemler burjuvazi arasındaki çelişkileri abartıp, kendine oradan ittifaklar aramak ve bu yolla “ulus”a sahip çıkmak II. Enternasyonal’in yeniden dirilişi değil midir?
II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’nın imarı kapitalizmin Avrupa’da nispeten barışçıl gelişiminin koşullarını doğurdu. Bu barışçıl gelişim, barışçıl geçiş, burjuva parlamenter sistem içinde geçiş hayallerini besledi.
Bu durum, emperyalist ülkelerde işçi sınıfının rüşvete boğularak teslim alınması, içinden bir kaymak tabakası yaratılması yoluyla işçi hareketini dumura uğratma girişiminden daha etkili sonuçlar doğurdu. O nedenle Avrupa işçi hareketinin “burjuvalaştığı” görüşü, bu siyasal teslimiyeti atlandı mı hiç de açıklayıcı değildir.
Yani, Avrupa KP’leri öncü işçi sınıfını kapitalizmi savunmaya ikna ettiler. Sonrasında ise bu işçi sınıfı ekonomik olarak düzene bağlandı dediler. Oysa işçi sınıfı önce politik olarak satıldı, ardından ekonomik rüşvetlerle düzene bağlı hâle getirildi.
Dünya burjuvazisi Ekim Devrimi karşısında tek vücut olmayı başardı. SSCB’nin ve diğer sosyalist ülkelerin varlığı, kendi aralarındaki çelişkileri ikinci plana itmelerine olanak tanıdı. ABD’nin patronluğu ve jandarmalığında Avrupa’da devrime bağışık bir kuşak yaratma, SSCB’yi kuşatma siyasetini yeniden ve daha canlı dirilttiler. Ve bu yola girdiklerinde dünyanın her yerinde komünist avına giriştiler. SSCB, başka ülkelerdeki komünist partilerini etkilemediğini göstermeye çalışırken, ABD her ülkeye müdahale etti. Etki alanları anlaşması buna olanak tanıdı. SSCB, Doğu Avrupa ile uğraşırken, emperyalizm karşı saldırıyı başlattı. Marshall Planı ve Truman Doktrini gündeme geldi.
Öte yandan bu ulusallık eğilimi ve emperyalistler arası çelişkilere “güven”, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde de devrimin önünü kesti. Ulusal burjuvazi ile işbirliği yapmayı her ne pahasına olursa olsun (sermayenin bu oranda uluslararası nitelik kazandığı, kapitalizmin bir dünya sistemi olduğu, bu kapitalist dünyanın sosyalizmi boğmaya kilitlendiği bir dönemde, olmayan ulusal burjuvalar varedildi) gerçekleştirmeyi kafasına koymuş “devrimciler”, iktidarı aldıktan sonra, emperyalizme daha “temiz” tarzda bağlandılar. Cezayir bunun en iyi örneklerinden biridir. Aslında bu gelişen devrimleri, burjuva dalkavukçuluğu, burjuva kuyrukçuluğu ile yönetmektir. “Ey dalkavukluk, ne güçlüsün, ne büyüksün, etkin ne kadar geniş.” (Cervantes, Don Kişot, II. Cilt, s. 250).
Ulusal Kurtuluş Savaşları, Ekim Devrimi sonrasında çok daha fazla sosyalist ton taşımak durumundadırlar. Hele hele II. Dünya Savaşı sonrasında, bu ülkelerde işçi sınıfının yetersizliği nedeniyle bu devrimlere “kapitalist olmayan kalkınma yolu” icat etmek, sosyalizmden açıkça söz etmek cesaretini yitirmek değil midir? Dünyada kapitalist ve sosyalist sistemlerin varolduğunu, bunlar arasındaki savaşımın belirleyici olduğunu söyleyeceksin, sonra bir ulusal kurtuluş hareketine “sosyalist yol” değil de, “kapitalist olmayan yol” önereceksin. İşte yeni ara formüller bulma girişimleri, sonuçları biliniyor.
Burjuva devrimler (örneğin Fransız Devrimi) uslanınca yayılma şansına kavuştu. Çünkü, devrim öncesinde, feodalizmin bağrında burjuva sınıf gelişim olanağı bulabiliyordu. Ama sosyalist devrimler “uslandıkça” çözüldü. Çünkü sosyalizm son sınışı toplumdan, sınıfsız topluma geçiş için vardır. Sosyalizmin dünyaya yayılması ve şiddetle yayılması zorunluluktur.
II. Dünya Savaşı sonucunda sosyalizm birinci olarak ulusallıkla izole edildi. Çünkü; bir sosyalist devrimin çevresinin beyaz ülkelerle çevrilmesi onu izole etmeye yetmez. Hem bu beyaz ülkelerin içinde kızılın dayanağı vardır, hem de bu beyaz çemberi aşıp uzağı, daha uzaktaki bir ülkeyi göğü fethe çıkmış görmek olanaklıdır. Nitekim bu izole alanının dışında devrimler yükseldi.
İzolasyonun beyaz bir çember yaratmak anlamına geldiği açık ise, birincisi bu çemberin sağlamlığı için, çember içindekinin (sosyalizmin) beyaz ülkelerin içindeki ideolojik etkisini de yok etmeyi gerektirdiği kesindir. İkincisi, bu ideolojik etkiyi yayacak olanı savunmaya itmek gerektiği de açıktır. İşte bu nedenle izolasyonun başarısının ya da başarılı bir izolasyonun ön koşulu, ideolojik ricattır. Sosyalizmde önce yaşanan bu ricat olmuştur. Teori enternasyonalist ve devrimci yönlerinden budanmıştır.
Böylece ikinci hastalığa sıra geliyor: Demokratizm.

2- DEMOKRATİZM HASTALIĞI

İdeolojik geri çekilişin politik alandaki yansıması demokrasidir. Sosyalizmden yüz çevirmenin biçimi, tekelci kapitalizm koşullarında demokrasiye sığınmaktır. Demokrasi, devrimcilerin sosyalizmden (günahlarından) yüz çevirip tanrının kutsal kollarına (kapitalizmin kutsal kolları diye okuyun) sığındıkları kilisedir. Bernstein, “demokrasi bir uzlaşmalar yüksekokuludur” derken ne kadar da haklıymış! Gerçekten uzlaşmanın demokrasi bayrağı altında gerçekleşmesi rastlantı değildir. Faşizme karşı birleşik cephe tezleri içinde burjuvazinin “demokrasi aşığı” (ama ne aşk) olanlarını ayırmak için ve bu cepheyi geniş tutmak için, faşizmi isteyenleri “en”lerle ayırmak bu değil midir?
Savaş boyunca bu uzlaşma anti-Hitler cephe olarak sürdü. Evet İngiltere ve ABD ile masaya oturulabilir. Ama İngiltere ve ABD demokrasi yanlısı güçler olarak savunulamaz. Eğer böyle saparsanız, Hitler saldırırken onu tüm emperyalist burjuvazinin ortak çıkarlarından ayırırsanız, sonra da Fransa’ya giren ABD askerine, FKP üyelerinin içleri buruk olsa da “kurtarıcı”, “demokrat” olarak bakmasını önleyemezsiniz.
Uzlaşma, bir devrimci savaşım boyunca kaçınılmaz olabilir. Ancak uzlaşmaların pratik tavizler olması durumunda, uzlaşma kabul edilebilirdir. Uzlaşmayı teorize etmek, işte kendini bitirmek budur. İngiliz, ABD, Alman, Fransız emperyalizminin sosyalizm karşısındaki tavrının özünde farklılık aramak, bu güçler arasındaki çelişkileri abartıp, kendi gücünü küçümsemek demektir. Nazi artıklarını anti-komünist savaşımın, kontr-gerilla savaşının öncüsü olarak örgütleyen “demokrat Amerika”nın, Hitler Almanyası’ndan ne farkı olabilir?
Faşizm tehlikesi ve tehdidi sosyalistleri “ellerindeki” demokrasiyi savunmaya itti. “Ellerindeki” terimini tırnağa alıyorum, çünkü sosyalistlerin ellerinde iktidarı alana kadar demokrasi yoktur, olamaz. Sadece sınıf savaşımına göre daralan, genişleyen bir düzen içinde mücadele kanalı vardır. Demokrasiyi tırnaksız kullanıyorum, çünkü burjuvazi için her zaman bir demokrasidir ve proletarya için demokrasi, proletarya diktatörlüğü dışında anlamlı değildir. Sosyalistler, burjuva demokrasisini, burjuvazinin bu “demokrasiye bile tahammül edemeyen” güçlerinin faşizm saldırısına karşı savundular. Devrim hedeŞ ise doğal olarak rafa kalktı. Aslında burjuvazi içinde bu denli çelişkiler, çatışmalar aramak ve faşizmi böylesi bir çatışmaya indirgeyerek ele almak, tarihi, sınıf savaşımları tarihi olarak değil de, burjuvazinin çeşitli kesimlerinin savaşımlarının tarihi olarak ele almak anlamına gelir. Ülkemizde “sol Kemalist”, “sağ Kemalist” ayrımının bundan farkı yoktur. O nedenle, biz Anadolu devrimcileri, bu mantığı iyi tanırız.
Hatta haklarını almak için, “devletin yüce katında” tanıdıklar ve “derdini dinleyecekler” aramayı, savaşmaya tercih etmiş bir halkın içinden gelen solcular olarak, iyi paşa kötü paşa ayrımını bile yapmışızdır. Bu nedenledir ki devletin yüce katında anlayışlı birilerini aramayı reddeden, devlette iki kanal aramayı reddeden girişimleri “çılgınca” görmüşüzdür.
Anti-Hitler cephe altında komünist partiler Avrupa’da burjuva iktidarın (onlar demokrasi diyorlar) yeniden inşasında görev alıp, kendi silahlı birliklerini dağıtıp, savaşamaz duruma geldikten sonra, burjuvazi “iyi niyeti”ni kaybetti. Hemen komünistleri temizlemeye girişti.
Bir savaşta uzlaşma geçicidir. Kalıcı olan çatışmadır. Uzlaşma masasına oturan güç, bunu akıldan çıkarmamalıdır. Masadan kalktığında yeniden çatışmayı bir üst düzeyde başlatacak noktada değil isen, bunu kaybetmiş isen görüşme masasına güçlü oturduğun halde, ekmek kırıntılarına razı olmak zorunda kalabilirsin.
Ama biz sosyalistler “inatçı” insanlarız ve tüm bu gelişmeleri, burjuvazinin çocukluğuna verip, demokrasi için savaşmakta ısrar etmesini bildik. Bu demokrasi savunusu, nispeten barışçıl gelişen kapitalizm koşullarında işçi sınıfı ile komünistleri de birbirinden kopardı. Avrupa işçi sınıfı, komünistlerce kapitalizmi savunmaya ikna edildi. Ardından, ekonomik gelişimin sağladığı nispî refah geldi. Bu koşullarda ancak güçlü bir ideolojik kopuş sınıfın yeniden yerini bulmasını sağlayabilirdi. O ise hiç olmadı. Bugün sosyalizmin çözülüşü ile Avrupa işçi sınıfının haklarına yoğun bir saldırı başlamıştır. Ama, eğer bir devrimci örgütlülük olmazsa, bir teorik kopuş yaşanması burjuva düzeni tehdit edecek bir işçi hareketi oluşturamaz. O nedenle demokrasi söylemi ile köprüleri koparmak gerekir.
Demokrasi söylemi devrimci kampta öylesine egemen oldu ki sosyalistler burjuva propagandanın da etkisi ile birbirini yeterince demokratik olmamakla suçladılar. Stalin, “çok adam kesti” diye eleştirildi. Demokrasi gözlükleri ile birbirine baktığında sosyalistler, düşman gözlükleri ile birbirine bakarlar. “Çok adam kesmek” eleştirisi bunun sonucudur.
Herhalde Stalin’in en az eleştirilmesi gereken noktası burasıdır. Biliniyor, devrim kan ile oluyor ve kan ile ilerliyor. Bunu atlayan, sınıf savaşımında burjuva yanılsamaları ile sadece sayıklar.
SSCB, Doğu Avrupa ülkelerinde demokrasiye aykırı uygulamalar olmadığını ispatlamaya çalıştı. Kapitalist dünyanın sosyalistleri, sosyalist ülkelerle “insan haklarının çiğnenmesi” ile öylesine “ilgilendiler” ki, yaşadıkları dünyaya da insan haklan gözlükleri ile bakmaya başladılar. İşkencelerde devrimciler öldü, kitleler kurşunlandı, dünyanın her yerinde darbeler gerçekleştirildi. Frankfurt havaalanının genişletilmesine karşı çıktıkları için hamile kadınlar kurşunlandı, uyuşturucu ve onu aratmayan modern medya her yanı hakimiyetine aldı. Tüm bunlara karşı çıkarken bile sosyalistler, örneğin Fransa’da sosyalizmde olmayacak olanlarla ilgili yazılı garantiler vermeyi seçti. Oysa bu bir ideolojik saldırıdır. Bu saldırı güçlü bir ideolojik, politik çıkış ile karşılanır. Öte yandan sosyalizmi çevreleyen ülkelerde beyaz halkın garantisi, bu ülkelerde işçi sınıfının da beyazlatılarak düzene dahil edilmesidir. Bu amaçla pek çok sosyal hak, Ekim Devrimi’nin ve II. Dünya Savaşı sonrası artan sosyalizm tehdidinin önünü kesmek için verilmiştir. Bu haklar bir yandan Avrupa’daki devletlerin kendilerini yeniden yapılandırmalarına (ki biz bu devletlere tekelci polis devleti diyoruz) olanak tanırken, diğer yandan da dünyanın çeşitli kapitalist ülkelerindeki sol hareketlerin, demokrasi ve anti-emperyalistlik ile başları dönmüş halleri ile bu devletleri “demokratik” olarak örnek seçmelerine olanak tanındı. “Bizde batı tipi demokrasi yok” söylemi bu özlemin açık ve derin bir ifadesidir.
Bilindiği gibi bir devletin yeniden yapılanması, ciddi bir kitle desteğini gerektirmektedir. Anti-Hitler koalisyonu, demokrasi söylemi altında bu desteği sağladı. Ve bu dönem içinde ciddi ekonomik krizler yaşanmamış olması, bu desteğin ömrünü uzattı.
Batı tipi demokrasi özlemi, devrimin gündeme geldiği veya gelmeye yakın olduğu zayıf halkalarda, mücadelelerin ufkunu daraltıcı bir etkiye sahip oldu. Böylece kendi burjuvazisi içinde batı tipi bir demokrasiye razı olanlarla ittifak yolları arandı. Aslında bu durum, ideolojik deformasyonun boyutlarına çarpıcı derecede açıklık getirmektedir. Tekeller çağında, emperyalizm çağında, faşizm sonrasında, CIA ve benzeri örgütlerin cirit attığı ülkelerde “demokrasi” görmek, hastalığın iyileşmez olduğunun kanıtıdır. Çözülüş sadece bizlere bu hastalığın boyutlarını açıkça gösterip, belki kendimizi kandırmamızı önlemiş olabilir. Eğer devrimde ısrar ediyorsak.

3- BARIŞ SAVAŞIMI

Üçüncü hastalık ise barış savaşımı hastalığıdır.
Bugün arkamıza baktığımızda açıkça görebiliyoruz ki, iki sistemin bir arada olma zorunluluğu var ise bunun adı “savaş içinde bir arada” olmaktır. Çünkü barış içinde bir arada olmak, emperyalist burjuvazi açısından değil, devrim ve sosyalizm güçleri açısından tavizdir.
Üstelik taviz, kendini buna inandırınca sizi de bitirecektir. Kapitalist dünya ekonomisinin, meta üretiminin yasaları geçerli oldukça bunlara karşı her yol ve araçla savaşmazsanız onlar sizi kendine uydurur. Bu anlamda iki sistem arasındaki savaşımımız temel olarak bir “ekonomik yarış”a indirgendi mi gerisi kendiliğinden gelecektir. İki sistemin barış içinde bir aradalığının taktiği, ekonomik yarış ve sosyalizme barışçıl geçiştir. Bu ise öznenin reddi, kapitalizmin kendi kendini bitireceğine olan “güvenin” tescilidir. Üstelik barışçıl geçişin ilk örnekleri olarak Doğu Avrupa ülkelerinden bazılarının seçilmesi, tamamen bir “teori uydurma” girişimidir.
Sosyalizmin kapitalizm karşısında ekonomik üstünlüğünü ispat etmeye kalkışmak, iki düzeni bir tarzıyla aynı zeminde ortaklaştırmaktır. Sadece ölçü birimleri (ekonomik yarışın kazanıldığının göstergeleri) ortak seçilirse bile, sonuç kapitalizm ve sosyalizm ayrımını birer ekonomik ayrıma indirgemek olur.
Emperyalizm bu ekonomik yarış mantığına soğuk savaşla yanıt verdi. Atom bombası, SSCB’yi tüm yeryüzünde barış için cepheler aramaya itti. Ama bu barış savaşımını sınıfsal temelden kopararak. Bir kere daha taktik, stratejiyi yuttu, aracı, amacı unutturdu. Atom bombası, seçilen savaşım yolu temel alındığında SSCB’yi ve sosyalizmi savunmaya itebilirdi. Tersi bir yol izlenseydi, tersine atom bombası emperyalizmin her ülkede birer Hitler’inin olduğunu göstermeye yeterdi.
Bu koşullarda SSCB’nin yeniden imarı barışçı bir süreci gerektiriyordu ve tüm strateji buna dayandırıldı. Öyle ki statükoculuk, istikrar savunuculuğu yapılmaya başlandı. İç savaşlar, yeni bir dünya savaşının kıvılcımı olur korkusu ile savunulmadı. İç savaşı reddeden bir devrim stratejisi, zorunlu olarak barışçıl bir devrim stratejisi oldu. Bunun istisnaları Sovyet etkisine uzak yerlerde ve onun desteğini almadan (başlangıçta) gerçekleşti. SSCB bu yeni devrimleri, yeni bir statüko adına savundu.
Böylece sosyalizm için uygun şartlar yaratılması ile uğraşıldı. Strateji bu olunca her cinsten kapitalist ülkede bir ara aşama keşfedildi ve sosyalist devrim uzağa itildi.
Dünyanın her ülkesinde “aşamalı devrim” teorisi ile Ekim Devrimi’nin gömdüğü Menşevizm ve ekonomizm yeniden diriltildi. Üstelik büyük çabalarla diriltildi. Her yerde “uygun koşullar” beklendi. Uygun koşulların adamı olmak, her şey bir yana, bir birey olarak da devrimci olamamaktır. Devrimci insan uygun koşullarda devrimci olmaz, her koşulda ve koşullara rağmen devrimcidir ve devrimcilik budur.
Yeni bir dünya savaşı korkusu yayılmaya başlandı. Aslında II. Dünya Savaşı’nın hemen ardından yaratılan Berlin krizi ve Kore Savaşı gibi iki kampın birbirini ölçmesi ve yeni dünya savaşı korkusunun pekiştirici etkisi oldu.
Bu sürece bakıldığında, sanılmasın ki, emperyalizmin her şeyi planladığını söylüyorum. Tersine anlatmak istediğimiz çözülüş, yenilgi aslında emperyalizmin çabalarının değil, sosyalizmin içten çökmesinin sonucudur. Emperyalizm en güçsüz olduğu anda elde ettiği bu zafer nedeniyle hem sevince boğuldu, hem bunun yeni bir “oyun” olup olmadığını, geriye dönüşün yolunu her ne pahasına olursa olsun kesmek gerektiğini düşündü.
Dünya savaşı korkusu, emperyalizmin silahlanmayı tırmandırmasının ürünü değildir. Gerçekte SSCB’nin varolduğu bir dünya, III. Dünya Savaşı’na bugünküne göre çok ama çok daha uzak idi.
Silahlanma, emperyalist-kapitalist sistem için iki yönlü etkiye sahiptir. Bir yandan karların çok yüksek olması, pazarının garantili olması, tüketilmesine gerek kalmadan tüketilmiş konuma gelmesi gibi nedenlerle silah üretimi kapitalist ekonomiyi canlı tutmuştur. Özellikle 1945 sonrası dünya kapitalist ekonomisinde tam bir militarizasyondan söz etmek abartı olmaz. Diğer yandan ise, SSCB’nin kaynaklarını silahlanmaya ayırması sonucunu beraberinde getirecektir. Bu nedenle de dıştan kuşatmanın yanısıra, içte ekonomisine müdahale aracı işlevini de görmüştür.
Devrimciler gelişen kitle imha silahları sayesinde, dünyanın pek çok yerinde, devrime kalkışmanın III. Dünya Savaşı’nın suçlusu olmak anlamına gelip gelmediğine kafa yormuşlardır. Aslında hiçbir devrim karşısında bu tarz silahlarla durulamaz. Vietnam bunun en canlı örneğidir.
Barış, demokrasi, toplumsal ilerleme, sosyalizm şiarı, aslında statükocu, elindekini korumayı amaçlamış, ulusal sınırlarda hapsolmuş ve enternasyonalist devrimci yönünü kaybetmiş bir sosyalizm anlayışının şiarıdır.
Öyle görünüyor, elindekini korumayı tek başına hedef haline getirmek, elindekini kaybetmek pahasına onurlu bir savaşıma girişmeye hiçbir zaman tercih edilmemelidir.
Ne dün, ne bugün, ne de yarın kazanımlarla yetinmeyi seçmek devrimci ufku genişletmiyor.
Mitolojideki kuş örneğinde kuşun kendi küllerinden doğması için, kendini bütünü ile yakmış olması gereği, belki de çözülüş süreci sonrasına ışık tutmaktadır. Ama anlamak istemeyen yüreklerden daha sağırı yoktur.