Kayyumlara karşı ‘halk belediyeciliği’

Selim Gencer

“Binaya kayyum atadınız ama biz halkımızın arasındayız”1

31 Mart’ta halk, yağmacı, talancı kayyumları kovarak, belediyeleri tekrar gerçek sahiplerine, kendi temsilcilerine vererek iradesini net bir şekilde ortaya koymuştu.

Seçimlerin öncesinde İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, ‘bir beş yıl daha’ yönetebilirlerse, sonrasında Kürt halkının, ‘seve seve’ kayyum politikalarına, onların icraatlarına ikna olacağını söylemekteydi. Herhâlde bu kanıya kendi kişisel tarihinde yaptığı büyük dönemeçlere bakarak varmıştı. Yoksa Kürt halkının direniş tarihi başka bir şey anlatmaktaydı.

Nitekim 31 Mart seçimleri, İçişleri Bakanının fikirlerinin karşılığı olup olmadığını kendisine göstermiş oldu.

19 Ağustos’ta, hazmedemedikleri seçim sonuçlarına karşı harekete geçerek, Diyarbakır, Mardin ve Van belediye binalarına, ‘burma kadayıfçı’, ‘gümüşçü’, ‘saray özentili’ kayyumlarını atadılar. Evet beton binaları zor yoluyla yeniden ‘fethettiler’. Kayyumlarla beraber aynı gün 500’e yakın HDP üye ve yöneticisini gözaltına alarak oluşacak tepkileri önlemenin adımlarını attılar.

Tıpkı Afrin işgali sırasında olduğu gibi, sokağa çıkan halkı yıldırmak için polisi ve jandarması ile vahşice saldırarak protestoların önüne geçmeye çalıştılar. Her şeye rağmen, protestoları bitiremediler. Kayyuma karşı eylemler, sadece kayyum atanan illerle de sınırlı olmadı, birçok yerde eylemler gerçekleştirildi. Kayyumlar, ‘Batı’da yaşayanlar tarafından da kendi iradelerine karşı yapılmış bir saldırı olarak algılandı ve tepki açığa çıkarttı.

Saray Rejimi bu sefer, mesele Kürtler olunca arkasına dizdiği burjuva muhalefeti de sorgusuz sualsiz yanında göremedi. ‘Terör’ demagojisi bu sefer bir karşılık bulmadı.

Böyle bir sıkışmışlığın içinde, Diyarbakır’ın Kulp ilçesinde patlatılan bir bomba ile 7 kişinin hayatını kaybetmesi, bunun üzerinden Kulp Belediyesi eşbaşkanlarının gözaltına alınıp tutuklanması ile, ‘terör’ demagojisini güçlendirmeye çalıştılar. Kulp’ta patlayan bombanın olduğu bölgede belediye kepçelerinin çalıştığı yalanı ile kurdukları tezgâh üzerinden belediye eşbaşkanlarını tutuklayıp, yerine kayyum atadılar.

Ama bizler de bu arada, para aktarılıyor denilen belediyelerde 7/24 içişleri bakanlığı müfettişlerinin denetim yaptığını, iş araçlarının hizmet için gidecekleri her yeri, önceden emniyet ya da jandarmaya bildirdiğini, GPS sistemi ile sürekli takip edildiklerini öğrendik. Bu sayede, Kulp’taki patlama yerinde olduğu söylenen iş makinasının, tam tersi istikamette, emniyet ve jandarmanın bilgisi dahilinde çalıştığını da öğrendik.

Bir taraftan belediyelere tekrar kayyumlar atanırken, hemen hemen eşzamanlı olarak HDP Diyarbakır il örgütü önüne ‘anneler’ polis nezaretinde getirilerek, yeni bir hamle yaptılar. Bu sayede ‘terör’ demagojisini bir üst aşamaya sıçratmaya çalıştılar. Havuz ve yandaş medyada her gün bunun propagandasını yaparak, 7 Haziran’dan bu yana gelişen Kürt halkının mücadelesi ile batıdaki mücadelenin birleşme eğilimine HDP üzerinden bir darbe vurmaya çalıştılar. Sonuç, AK Parti önünde kamu emekçilerinin, 15 Temmuz darbe girişimi nedeni ile ömür boyu hapis cezası almış askerî okul öğrencilerinin annelerinin eyleme başlaması oldu. Son olarak, çocukları polis tarafından öldürülen aileler de AK Parti önünde eylem yapma kararı aldılar.

Tüm bu yaşananların Suriye’deki gelişmelerle de yakından bağı olmakla birlikte, bu yazının konusu, binalara atanan kayyumlara karşı halkın ve halkın seçtiği temsilcilerin binasız da kendi kendini yönetebileceğini tartışmak.

Bir taraftan, kayyumlara karşı eylemleri geliştirmek, kayyumlar gidene, halkın iradesine saygı duyulana kadar mücadeleyi sürdürmek, direnişi geliştirmek önemli ve bu konuda sürekli bir arayışın olduğunu, eylemli bir arayışın olduğunu söylemek mümkün. Direnişin bir diğer boyutu olarak, belediye binalarına, güçlü mali olanaklara sahip olmadan da, halkın kendi kendini yönetmesine dair adımlar atmak, buna uygun örgütlülüğü geliştirmeye çalışmak da en az diğeri kadar önemli. Sanıyorlar ki, halkın temsilcileri beton binalar olmadan, büyük paralar olmadan hiçbir şey yapamazlar.

Öncesi bir yana, bu topraklarda, Gezi Direnişi’nden bu yana, halkın kendi sözünü söylemek, iradesini örgütlemek için örgütlenmelere giriştiğini biliyoruz. Gezi Direnişi sonrası park forumları ile başlayan süreç, halkın yaşadığı sokağa, mahallesine, ilçesine sahip çıkmaya, bir özne olarak sözünü söylemeye doğru evrilmişti. Sürekliliğini sağlamak noktasında tekil örnekler dışında bir yaygınlık kazanamasa da, özellikle seçim süreçlerinde hızla aktifleşen meclis örgütlenmeleri açığa çıkmıştı.

Kürt illerinde ise benzer bakışla, belediyelerin olanaklarını da değerlendirerek adımlar atılmış, eleştiriler, eksikler olsa da toplumun örgütlülüğünü geliştirmek adına çalışmalar yapılmaktaydı.

Yaşanan bu süreç, özellikle 31 Mart seçimlerinde adayların, halkın yönetime katılmasını öne çıkaran, mahalle meclisleri fikrinin yaygınca tartışılıp, propaganda edilmesine neden oldu. Bu aslında, toplumdaki bilincin farklı bir boyuta geldiğinin de göstergesidir. Özellikle Kürt halkının, onun öncülerinin uzun yıllardır geliştirmeye çalıştığı, azımsanmayacak bir yol aldığı meseledir.

Belediye olanakları toplumun örgütlenmesi ve kendi kendini yönetmesi için kullanılmaya çalışılmıştı. Bu noktada yetersiz olsa da bir yol alındığını söylemek yanlış olmaz. Çocuklar, gençler için eğitime destek, kültürel-sanatsal faaliyetler, kadınların toplumsal yaşama katılımının önünü açacak örnek örgütlenme ve organizasyonlar gerçekleştirilmişti. Kayyumların ilk geldiğinde bu alanlarda yapılan çalışmaları dağıtmaları önemini göstermesi açısından dikkat çekicidir. Çocuklar, gençler ve kadınlar kayyum saldırısında öncelikli hedef olmuştur.

Diğer yandan, belediyelerin mali olanakları ve genel olarak burjuva düzenin “ver oyu al hizmeti” anlayışı köklü olduğundan, halkın yönetime bizzat katılmasının araçlarını yaratmak o kadar kolay olmamıştır. ‘Hizmet’ anlayışı tam olarak kırılamamış, bürokratik işleyiş tam anlamıyla kaldırılamamıştır. Buna bir de ‘kentsel dönüşüm’ adı altında, inşaat sektörü üzerine şekillenmiş ekonomik yapı, ülkenin her yanında olduğu gibi TOKİ zihniyeti olarak buralarda da hükmünü yürütmüştür.

İkinci kayyum saldırısı ile yok sayılan halk iradesi, büyük bir öfke ortaya çıkartmıştır. Kayyumların tanınmadığı, asla kabul edilmeyeceğine dair yapılan açıklamalar boş bir slogandan ibaret değildir. Halkın iliklerinde hissettiği duyguların özlü ifadesidir.

Evet, binalara el koymuşlar, büyük mali olanaklara tabiri caizse çökmüşlerdir. Ama moral üstünlük, iradesini 31 Mart seçimlerinde gösteren halktadır. 31 Mart seçimleri süresinde hedeflerden biri, belediyeleri kayyumların elinden geri almak ise, diğeri daha önceki deneyimlerde eksik bırakılan, yeterince gerçekleştirilemeyen hedeflere ulaşmak noktasında daha fazla çalışmaktı.

Halkın kendi kendisini yönetmesi için binalara, büyük mali olanaklara sahip olmanın zorunlu olmadığını göstermek mümkün değil midir? Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi meclisinin direniş alanında yaptığı meclis toplantısı simgeseldir ama önemlidir. Simgesel kalmak zorunda mıdır? Çocukların eğitimine, gelişimine destek olmak için belediyenin yaptığı binalara, maaşını verdiği eğitmenlere mi ihtiyaç vardır? Kültürel sanatsal faaliyetler için belediyelerin kültür merkezleri şart mıdır? Hep böyle mi olmuştu?

Halkın kendi yaşadığı sokağını, mahallesini daha yaşanılır hâle getirmek için kolektif bir emek harcaması, bunun için örgütlenmesi imkânsız mıdır? Yaşadığı ekonomik, sosyal, siyasal sorunları tartışması, karar alması, ortak hareket etmesi, bunun mekanizmalarını kurması imkânsız mıdır? Bu yönde atılacak en ufak bir adım, belediyenin vereceği hizmetten daha değerli, daha kazandırıcı değil midir?

Belki büyük altyapı projelerini hayata geçiremeyebiliriz, ama halkın örgütlülüğünü geliştirmek için atılacak her adım, en büyük ‘altyapı projesi’ değil midir?

Bu hedef, sadece kayyum atanan yerler için değil, ülkenin her yeri geçerli en acil hedeftir…


1 HDP Şırnak milletvekili Leyla İmir’in, 25 Eylül’de Van’daki kayyum protestosunda yaptığı konuşmadan