Kriz, savaş ve işçi sınıfı üzerine görüşler

Sistemin şu an yaşamakta olduğu krizin başlangıcı, çevre ülkelerde patlak veren 2002-2003 malî krizine tarihlendirilebilir. Bunu önlemek için sistem aktörlerinin attığı her adımın, çöküntüyü ötelemekten ve çapını büyütmekten başkaca bir işe yaramadığını da deneyimler bize gösterdi; 2008 krizinde olduğu gibi… Bunu Marksist, hatta Marksist olmayan iktisatçılar da bize anlatıyor. Örneğin; ABD Merkez Bankası eski başkanı Yellen, mevcut durumdan söz ederken, “Biz ‘yeni normal’ denen şeyle boğuşuyoruz” diyor. “Olağanüstü önlemlerden çıkış gözükmüyor… Belki de bu, asla eve dönülemeyen durumlardan biridir.”2

“Yeni normal”, neo-liberal jargonda kapitalizmin içinde bulunduğu krizden çıkamayacağının ve kriz koşullarının veri kabul edilmesi gerektiğinin itirafı… ‘Merkez bankalarının bankası’ BIS’in (Bank of International Settlement) 2016 raporunda finans dalgalarının seyrini takibe alması3 boşuna değil: mevcut krizin süreğenliğinin kabulü ve de onu (nafile) ‘denetleme’ isteği…

Rosa Luxemburg’dan beri biliriz ki kapitalizm krize girince, başvurduğu çarelerden ilki, “savaş”tır. Yeni kaynaklara erişimi sağlamak, nüfuz alanını genişletmek, enerji koridorları üzerinde denetim sahibi olmak, krizi militarist birikim aracılığıyla aşmak4, “aşırı üretim” krizini savaşın getireceği yıkımla aşma tasarısı; savaş yıkımının ekonominin canlandırılmasına yol açacağı düşüncesi (sadece Türk inşaat firmalarının Ortadoğu’daki savaş ve iç savaşların harap ettiği kentlerin yeniden imarından “kaptığı” pay düşünüldüğünde5, bu kalemin yabana atılmayacak bir meblağ tuttuğu görülecektir)… “Savaşçı” egemenlerin hesaplarındandır…

Mevcut krizde de durum böyle… Emperyalist güçler, 11 Eylül (2001) saldırısının ardından ABD’nin devreye soktuğu GWOT (Terörizme Karşı Küresel Savaş) konseptinden, “Büyük Güçler arası Savaş” konseptine doğru bir yönelişe girdiler. “Büyük güçler”, yani (en kaba hatlarıyla) ABD ile Rusya-Çin kutuplaşması… İleride nasıl bir dizilime dönüşeceği henüz belirlenmiş olmasa da, Ukrayna, Kırım ve son olarak da Suriye’deki “vekalet savaşı” bu “yüksek gerilim”in duraklarını oluşturuyor.

“Yüksek gerilim”in ana sahnelerinden biri, hiç kuşku yok ki, Ortadoğu6… ABD’nin (Önce “Büyük”, sonra da “Genişletilmiş”) Ortadoğu Proje(ler)ini açıklamasından bu yana başlayan yeniden biçimlendirme sürecinin sona ermediği Ortadoğu; özellikle de bugün çeşitli yerel güçlerin bir “vekalet savaşı” yürüttüğü Suriye. ABD’nin Irak petrollerinin taşınmasında kritik önem verdiği; Rusya’nın ise bu tasarımdan hiç mi hiç hoşnut olmadığı Suriye…

Şuna hiç kuşku yok, herkesin Sykes-Picot’nun sonundan bahsettiği; ama yerini alacak yeni düzeni kimsenin kestiremediği Ortadoğu, en azından ABD’nin Irak’a müdahalesinden beri, yeryüzünün en karmaşık savaş bölgesidir… Ve AKP’nin dümeninde olduğu Türkiye, Suriye’de ne idüğü belirsiz ÖSO milislerine verdiği fiziksel destek, Suriye ve Irak topraklarındaki fiili mevcudiyeti, Meclis’teki üç partinin her seferinde tıpış tıpış onayladıkları savaş tezkerelerinin ve Cumhurbaşkanı’nın dozajı her gün biraz daha yükselen efelenmelerinin de tanıklık ettiği gibi, adım adım bu savaşa doğru sürüklenmektedir.

Türkiye’nin eski ve yeni iktisadi ve siyasal elitlerinin ülkenin içine sürüklenmekte olduğu savaşa dair pek çok girift hesabı vardır, kuşkusuz. Kadim ‘bölünme’ korkusuyla Suriye sınırındaki Kürt oluşumunu kırmak, hiç değilse kantonların birleşerek ülkenin güneyinde bir Kürt kuşağının oluşmasını engellemek; “Arap baharı” trenini kaçırmış olmanın düş kırıklığıyla, Suriye’deki rejim değişikliğine daha aktif müdahil olarak pastanın bölüşümünden daha iri bir pay kapmak; bölgede oluşmakta olan Sünnî eksenin liderliğine soyunarak alt emperyalist bir konuma geçmek vd. vd. Bu konjonktür, eski (Kemalist) elitlerin “Misak-ı Mil-  li”yi koruma, yeni (İslâmcı) elitlerin ise Osmanlı İmparatorluğu’nun Ortadoğu’daki nüfuz alanını canlandırma arzularının birbirine eklemlenmesine yol açtı… Simgesel biçimini “Yenikapı mutabakatı”nda bulan bu eklemlenme, gelmekte olan savaşın önlenmesinde egemen blok içerisindeki çelişkilere bel bağlayanlar için hazin bir gelişme; ama bir nesnellik, ne yazık ki…

Bunlar, eskisiyle, yenisiyle egemenlerin arzu ve hesapları. Peki ya emekçiler… İşçi sınıfı? Türkiye’nin sürüklenmekte olduğu bataklıktan onların ne gibi bir hesabı olabilir?

Egemenler, bu sorunun karşılığı için emekçilere dönüp diyorlar ki: vatanı böldürmemek, PKK ‘terörü’ne geçit vermemek, dış güçlerin oyunlarını bozmak, daha güçlü bir Türkiye vb. vb. için “evlatlarımızı feda etmeye hazırız”…

Bunu söyleyen yalnızca yöneticiler, patronlar, politikacılar, havuz medyasının kalemleri vb. değil. Örneğin “sendikacı” Yıldırım Koç da ‘Aydınlık’taki köşesinden aynı teraneyi seslendiriyor7.

Oysa Türkiye’de herkes artık “feda edilecek evlatlar”ın yoksulların, emekçilerin çocukları olduğunu biliyor… Son 15 yıldır PKK ile TSK arasında süregiden çatışmalarda ölenlerin yoksul halk çocukları olduğunu, ekranlardaki “şehit cenazeleri” görüntüleri göstermeye yeter de artar bile…

Ama işçi ve emekçilerin savaşlardan göreceği tek zarar evlatlarının bedenlerini savaş mekanizmasına yakıt etmekten ibaret değil. “Barut ve kan kokularına karışmış ‘ulusal çıkar, milli birlik, vatanın savunulması’ demogojileri arasında işçilerin grevleri yasaklanır, hak alma mücadeleleri bastırılır, politik hak ve özgürlükler için mücadele etmelerinin önü kesilmek istenir. Bütün bunların işçi sınıfına ve emekçi halka faturası sefalet ücretine mahkûm olmak, sosyal ve politik haklardan mahrum olmak, sendikal hak ve özgürlüklerden yararlanamamaktır. Yani işçi ve emekçilerin savaş ve şiddet politikalarından en küçük bir çıkarı olmadığı gibi atılan her kurşun onlara isabet etmektedir.”8

Savaşın halk için anlamını en iyi betimleyen, belki de savaşlarla tarumar olmuş bir çağın ozanı, Bertolt Brecht’in şu dizeleridir: Bu gelen savaş ilk değil./ Çok savaş oldu bundan önce./ Bittiği gün en son savaş/ bir yanda yenilenler vardı gene,/ bir yanda yenenler vardı./ Yenilenlerin yanında/ kırılıyordu halk açlıktan./ Yenenlerin yanında/ halk açlıktan kırılıyordu.

Evet, emperyal amaçlı savaşların halka ait olmadığı, yenen tarafta da olsalar, yenilen tarafta da olsalar onlara kırım, yıkım, açlık, sefaletten başka bir şey getirmeyeceği bundan daha çarpıcı biçimde anlatılamaz.

Yine de anlatmaya çalışayım: Örneğimiz ABD öncülüğündeki koalisyon güçlerinin giriştiği Irak işgali ve savaşın -Irak açısından- insanî bilançosu olsun.

Hatırlayacak oluşanız, ana akım medyanın Irak’ın sivil kayıplarını örtbas ettiği gerekçesiyle, İngiltere’de bağımsız bir girişim başlatılmıştı savaş sırasında: ‘Iraq Body Count (IBC)/ Irak’ta Cesetleri Sayma’. IBC verilerine göre, Mart 2003-Aralık 2011 tarihleri arasında yüzde 79’u sivil olmak üzere 162 bin Iraklı yaşamını yitirdi. Aynı kuruluş, Ocak 2013 sonu itibariyle Irak Savaşı’nda ölen Iraklı sivil sayısını 111 460 ile 121 814 arasında veriyor (2012 itibariyle 32.5 milyon olan Irak’ın nüfusu için bu, nüfusun 300’de 1’i anlamına geliyor!). Bu ölümlerin önemli bir bölümü ise savaş ve işgalin tetiklediği istikrarsızlık ve başıbozukluk koşullarında meydana gelen etnik-mezhepsel çatışmalar, intihar saldırıları ve başıbozuk çetelerinin elinden olmuş.

Veriler, savaş koşullarının en çok kadın ve çocukları vurduğunu gösteriyor her zaman olduğu gibi… İşgal boyunca hayatını kaybeden sivillerin yüzde 44’ünü kadınlar, yüzde 42’sini ise çocuklar oluşturuyor. İşgalin insani maliyeti konusunda Massachusetts Teknoloji Üniversitesi Uluslararası Çalışmalar Merkezi’nin internet sayfasına göre işgal sürecince eşlerini yitiren 86 bin kadın Irak Hükümeti’nden mali destek alıyor. Dul kalan her kadının hükümet desteği almadığı düşünüldüğünde, eşini kaybeden kadınların daha fazla olduğu tahmin ediliyor. Neyle, nasıl geçindikleri ise meçhul… İşgal süresince 4.5 milyon çocuk ise yetim kaldı ve bunların 600 bini sokakta yaşıyor.

Savaşın sıradan insanlara tek maliyeti can kaybı ya da işsizlik, yoksulluk değil. Bir de evinden barkından olup başka ülkelere sığınmak zorunda kalmak var: En iyi, her gün onlarcasının boğulmuş bedenleri Ege’den toplanan Suriyeli sığınmacılardan bildiğimiz bir durum. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (BMMYK) Ocak 2012 tarihli verilerine göre, 1 milyon 428 bin Iraklı, Suriye başta olmak üzere bölge ülkelerine göç etti. Bu ülkelerde mültecilik veya oturum hakkı tanınmayan Iraklılar, eve döndüklerinde ise evlerini yıkılmış buluyor ya da evlerinde başkalarının yaşadığını görüyor. Bu yüzden Iraklıların eve dönüşü bir çözüm yolu olarak görmedikleri belirtiliyor.

Ülke dışına göç edenlerin yanı sıra, 1 milyon 332 bin 382 Iraklı da kendi ülkesinde mülteci hayatı sürdürüyor (nüfusun 30’da 1’i!). Bunlardan 467 bin 565’i ülke genelindeki olumsuz yaşam koşulları sunan 382 farklı yerleşim biriminde yaşıyor. BMMYK’ya göre, 31 milyon Iraklı’dan en az 3 milyonu işgalden olumsuz etkilendi ve hâlen hayat koşulları normale dönmedi. ABD’li uzman Elizabeth Ferris, bu rakama, Suriye’deki çatışmalardan dolayı Ocak 2013 itibariyle ülkelerine dönmek zorunda kalan 65 bin Iraklı’nın daha eklendiğini söyledi.9

Bu insani maliyet, ABD’nin büyük silah şirketlerinin kârları üzerinden okunduğunda, çok daha çarpıcı bir görünüm alıyor: Irak halkı kırılırken Raytheon, Lockheed, BAE Systems, General Dynamics, Nortron Grumman gibi silah devlerinin kazançları katlanıyor:

“11 Eylül’den sonra ABD savunma harcamaları iki kat, savunma sanayi yıllık kârları dört kat artmış. O on yılda ABD, El Kaide peşinde Afganistan ve Irak savaşlarında 1.3 triyon dolar, temel savunma bütçesine ek 4 trilyon dolar harcamış. AP’nin araştırması (2011), son altı ayda, ABD Afganistan ve Irak’tan çekilirken savunma şirketlerinin hisselerinin yüzde 20 gerilediğini, bir altın dönemin kapanmakta olduğunu savunuyordu.”10

İşe bakın ki, ölüm pazarlayan şirketlerin kârları, dolayısıyla da borsa değerleri, ABD Irak’tan çekilme kararını açıkladığında inişe geçiyor. Ancak bir yere kadar. Sıkı durun: bu şirketlerin borsa değerleri, Suriye’nin11 (dış destekli) iç kargaşa sinyalleri vermeye başladığı 2013’ten itibaren yeniden tırmanmaya başlıyor! Bu, dünyanın emperyal heveslerin odağında yer alan coğrafyalarda yaşamaktan başka suçları olmayan insanlarla, onların kitlesel olarak katledilme, yıkıma uğrama, yerinden yurdundan edilme olasılığını “satın alan” bir avuç yatırımcı arasında ikiye bölünmüş olduğunu gösteriyor! Bu ise savaşların önünün alınmasında enternasyonal dayanışmanın önemini büsbütün arttırmakta.

Ama bu konuya girmeden önce, dilerseniz kısaca Türkiye’nin sürüklenmekte olduğu savaşın bu ülkenin sıradan insanlarına neye patlayabileceği konusunda biraz daha kafa yoralım.

Bunun ipuçlarını bir yandan 20 yıla yakındır süregiden “düşük yoğunluklu” Kürt savaşından, bir yandan da bir “savaş provası” olarak OHAL’den izleyebiliriz:

Haydi gelin, insanı, kanı, canı, kültürü, sevdaları, acıları, düşkırıklıklarını… Velhasıl her şeyi ama her şeyi dolar üzerinden maliyet hesabına vuranların dilini kullanalım ve yıllardır süregelen Kürt savaşına onların buz gibi matematiğiyle bakalım.

Dönemin Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Cemil Çiçek 2008 yılında demişti ki: “PKK terör örgütünün Türkiye’ye verdiği maddi kayıp, 300 milyar doların üzerinde. GAP’ın maliyeti 32 milyar dolar. Bu parayla 10 tane GAP projesi yapılabilir, 3 milyon 800 bin kişiye iş imkânı sağlanabilir.”

Bir başka “hesap adamı”, THK Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ünsal Ban ise 2013 yılında bir araştırmanın sonucunu şöyle aktarıyordu: “30 yılda Teröre harcanan 350 milyar dolarla, Türkiye yeniden inşa edilebilirdi. Hesaplamak güç olsa da; 117 Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) Boru Hattı, 87 Atatürk Barajı, 100 Yavuz Sultan Selim Köprüsü, 70 Marmaray, İstanbul’a yapılacak 3. Havalimanı özelliklerinde 35 havalimanı, 11 Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP), 8 Kanal İstanbul Projesi, 52 bin 500 adet 24 derslikli okul, 3 bin 60 tane 400 yataklı tam teşekküllü eğitim ve araştırma hastanesi yapılabileceği düşünüldüğünde, devletimizin ve halkımızın kaybının ciddi boyutlarda olduğu görülmektedir.”12

Siz bu sızıldanmalara bakmayın, onlar “300 milyar dolar”larını Kürtlerin üzerine yağdırdıkları bombalardan, kurşunlardan, İHA’lardan, gece görüşlü kameralardan, kalekol, askeri havaalanı inşaatlarından, Batı’ya göç etmek zorunda kalmış yüzbinlerce Kürt emekçisinin boğaz tokluğuna emeğinden çoktan çıkardılar.

Peki ya Kürt savaşına harcanan bu 300 ya da 350 milyar dolar kimin cebinden çıktı dersiniz? Yurttaşların, emekçilerin, sıradan insanların ödedikleri vergilerden elbette…

Ama yitirilen yalnızca para mı? Sadece TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu bünyesindeki alt komisyon raporuna göre 1984-2012 arasındaki çatışmalarda 22 101 PKK’li, 7918 (güvenlik güçleri başta olmak üzere) 7918 kamu görevlisi, 5557 sivil yaşamını yitirdi… Bu 35 bin küsur insan arasında pek azı zengin ailelere mensup. Çoğu, yoksul halk çocukları…

Ölümlerin yanısıra, toplam 4000 köy yok edildi, 380 000 ila 1 000 000 arası Kürt köylü evini terk ederek göçmek zorunda kaldı. 119 bin kişi cezaevine girdi…

O zaman altını bir kez daha çizelim; 30 yılı aşkın süredir devam eden Kürt savaşı, Batıda Türkiye emekçilerini her bakımdan daha çok yoksullaştırdı, yoksunlaştırdı. Binlerce evladını genç yaşta toprağa veren aileler, cafcaflı bir şehit cenazesi, ellerine sıkıştırılan üç-beş kuruş, bir madalya ve ardından da sonsuz bir unutuşla baş başa kaldı. Şehitli ya da şehitsiz, aileler daha çok yoksullaştı, sağlığa, eğitime, emekçilerin gereksinimlerine harcanabilecek fonlar, savaş sanayine yöneldi. Şimdiyse efendiler bir kez daha kapılarını çalıp, daha fazla evlat, daha fazla fedakârlık istiyor onlardan…

OHAL’e gelince… 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminin ardından ilan edilen ve bir nev’i “savaşa hazırlık” olarak da görülebilecek Olağanüstü Hâl, ilk cepheyi işçilere, emekçilere karşı açtı: yasaklanan grevler, yağmaya açılan madenler, ormanlar, toplu işten çıkarmalar, sendikalı işçiler ve sendikalar üzerinde baskılar, sosyal hakların gaspı, muhalif basının susturulması… İktidarın elinde işçilere emekçilere karşı bir savaş aygıtına dönüşen OHAL, grevin, hak aramanın, sendikal mücadelenin ya da en ufak itirazın “vatana ihanet”le eşitleneceği savaş durumunda hayatın emekçiler için nasıl bir cehenneme dönüşeceğini göstermiyor mu?

* * *

Bu durumda, işçi sınıfının ve emekçilerin tepelerinde sallanan savaş tehdidine karşı söylenecek bir sözü olmalı… “Gocuklu celep kaldırınca sopasını”, “hemen sürüye katılanlardan ve adeta mağrur, salhaneye koşanlardan” olmadıklarını gösterecek bir söz, bir duruş.

Türkiyeli emekçiler, ya da ülkenin batısı için bu, estirilen şoven rüzgârlara, milliyetçi teranelere, şanlı ecdat atıflarına, din-iman-şehadet yavelerine prim vermemekle başlar. Doğrudur, bu ülkede şoven ve tekçi bir milliyetçilik el kadar bebeklikten başlıyor yurttaşların beynine zerk edilmeye… Hem formel hem de informel sosyalleşme kanalları, dışında kalmanın vatan hainliğine eş tutulduğu bir cemaat ruhunu aşılıyor yurttaşlara. AKP iktidarının toplumsal yaşamın dokularına derinlemesine nüfuz etmeye koyulduğu son yıllarda milliyetçi-muhafazakâr-cemaatçi ruha koyultulmuş bir dindarlık da eklendi… Bugün tümüyle tek sese indirgenmiş medya da bu dindar şovenizmi var gücüyle körüklemekte…

Bu durum, emek eksenli örgütlenmeleri, sendikaları, işçi-emekçi derneklerini, sosyalist partileri önemli bir görevle karşı karşıya bırakıyor. Bu ülkede solun, sosyalistlerin ne yazık ki günümüze dek çoğunlukla ihmal edegeldiği bir görev. Bir işçi sınıfı karşı-kültürünü biçimlendirme uğraşı… Sınıfsal sömürü ve tahakküme karşı tepkilerin dışa vurulabileceği sınıfa özgü -her türlü ‘kutsallık’ atfından arındırılmış, eşitlikçi, seküler, enternasyonalist, sınıf dayanışmacı, barışçı- bir karşı-kültür.

Bu, bu ülkenin kendini “Türk” olarak tanımlayan emekçilerini, kendilerini “evde/güvende” hissetti(rildi)kleri milliyetçi-mukaddesatçı iklimden uzaklaştırmak, ulusal ya da etnik aidiyeti ne olursa olsun tüm emekçilerin sermaye düzeninden kaynaklanan tahakküm, tehdit ve saldırganlıkla karşı karşıya olduğu, bu nedenle kurtuluşlarının ortak olduğu bilincini açığa çıkarmak için uğraşmak demektir.

Ve kaçınılmaz olarak, milliyetçilikle ve din sömürüsüyle hesaplaşmayı gerektirmektedir.

Akıntıya karşı kürek çekmek pahasına…

12 Ekim 2016, Ankara.

 

 

1 “Savaş sırasında kanunlar susar.” (Çiçeron.)

2 E. Yıldızoğlu; “Bu Kapitalizm… Bu Kriz”, Cumhuriyet, 26 Eylül 2016.

3 Korkut Boratav, “Finans Dalgaları: Batıda, Türkiye’de”, Birgün,19 Ağustos 2016.

4 11 Eylül’den sonra ABD savunma harcamaları iki kat, savunma sanayi yıllık kârları dört kat artmış. 11 Eylül’ü izleyen on yılda ABD, El Kaide peşinde Afganistan ve Irak savaşlarında 1.3 triyon dolar, temel savunma bütçesine ek 4 trilyon dolar harcamış (E. Yıldızoğlu, “GWOT Bitti ‘Büyük Savaş’ Verelim”, Cumhuriyet,19 Eylül 2016).

5 “ABD’nin gündeme getirdiği Ortadoğu’daki ekonomik işbirliği planına göre, dünya müteahhitlik sektöründe zirveye koşan Türkiye, bu alanda ABD ile ortak hareket edecek. İki ülke, Arap baharıyla yıkılan kentlerin yeniden inşasında ortaklık kuracak.” (“Türkiye ‘Arap Baharı’ Pastasına Ortak Oldu”, Haber Kıbrıs, 27 Haziran 2012,http://haberkibris. com/turkiye-arap-bahari-pastasina-ortak-oldu-2012-06-27. html).

6 Yalnızca şu satırlar dahi Ortadoğu’nun dünya güçleri için önemini özetlemiyor mu: “Ortadoğu dünya petrolünün yüzde 36.7’sini üretiyor. Üreticiler içinde net ihracatçının dört Ortadoğu ülkesi toplam net petrol ihracatın yüzde 35’ini gerçekleştiriyor. Net ithalatçı, ABD, Çin, dört AB ülkesi, Hindistan toplam net ithalatın yüzde 60’ını gerçekleştiriyor. Ortadoğu’nun toplam gaz üretimi içindeki payı yüzde 15.7. Ortadoğu’nun tek net ihracatçı ülkesi Katar’ın toplam net gaz ihracatı içinde payı yüzde 14; Rusya’nın payı yüzde 21.4. Net gaz ithalatçısı beş AB ülkesi, toplam net gaz ithalatının yüzde 27’sini gerçekleştiriyor. Gerek ABD ve AB’nin enerji güvenliği, gerekse de yükselen Çin’in enerji gereksiniminin karşılanması açısından bu bölgenin enerji kaynaklarına erişim büyük önem taşıyor. Bu bölgenin önemi, Avrupa’nın petrol ama özellikle Gaz gereksinimi açısından Rusya’ya bağımlılığının azaltılması açısından ayrıca artıyor.” (Ergin Yıldızoğlu, “Boru Hatlarının Jeopolitiğinde…”, Cumhuriyet, 22 Ağustos 2016).

7 Bkz: Yıldırım Koç, “İşçi Sınıfı ve Barış”, Aydınlık, 24 Ağustos 2015.

8 Ahmet Yaşaroğlu, “İşçi Sınıfı ve Barış”, Evrensel, 28 Ağustos 2015.

9 “Irak İşgalinin İnsani Faturası”, Sabah, 16 Mart 2013.

10 Ergin Yıldızoğlu, “GWOT Bitti, ‘Büyük Savaş’ Verelim”, Cumhuriyet, 19 Eylül 2016.

11 Bu arada, bitmemiş Suriye savaşının bilançosu ise çok daha vahim bir tablo sergiliyor: “Guardian gazetesi, Suriye Politika Araştırma Merkezi’nin (SCPR) Suriye’de savaşın yarattığı yıkımla ilgili yeni raporundaki verileri yayımladı. Gazetenin Orta Doğu editörü Ian Black’in imzasını taşıyan haberde raporun, savaşın Suriye’de yarattığı yıkımın boyutunu ortaya koyduğu aktarıldı. Rapora göre Suriye’deki savaşta ülke nüfusunun yüzde 11’i öldü ya da yaralandı.

Haberde özetle şu bilgiler yer alıyor: ‘SCPR tarafından yayımlanan rapora göre Suriye’deki savaşta 470 bin kişi yaşamını yitirdi. Savaş nedeniyle ulusal sağlık sistemi ve ülke alt yapısı neredeyse yok oldu. Rapor, toplamda, krizin başladığı 2011 Mart ayından bu yana nüfusun yüzde 11,5’inin öldüğünü ya da yaralandığını belirtiyor. Yaralananların sayısı 1.88 milyon oldu. Ortalama yaşam süresi 201’da 70 iken bu, 2015’te 55.4’e geriledi. Suriye’nin toplam ekonomik kaybı ortalama 255 milyar dolar oldu. (…)

Haberde rapordaki diğer bazı detaylar özetle şöyle aktarılıyor: “Tüketici fiyatları geçen yıl yüzde 53 arttı… “Çalışma şartları ve ücretler kötüleşti. Güvenlik kaygıları nedeniyle artık daha az kadın çalışıyor… “Yaklaşık 13.8 milyon Suriyeli, geçim kaynağını yitirdi… “Nüfusun yüzde 21 oranındaki düşüşü Türkiye ve Avrupa’ya giden mültecilerin rakamlarını açıklamaya yardımcı oluyor… “Toplamda nüfusun yüzde 45’i yaşadığı yerlerden ayrılmak zorunda kaldı. 6.36 milyon kişi ülke içinde yer değiştirirken 4 milyon fazla kişi ülke dışına çıktı.” (http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/02/ 160211_suriye_rapor_guardian).

12 Celal Deniz, “Kürt Sorununun Maliyeti”, Marmara Yerel Haber, 7.9.2016, http://m.marmarayerelhaber.com/Celal-DENiZ/46113-Kurt-sorununun-maliyeti