Mülkiyet ilişkileri, hakimiyet ve bunun gerektirdiği şiddet

Çok sık kullanılmaktadır ve Anadolu, bu sık kullanılan yerlerden biridir: “Onun mülkü, bunun mülkü, en başından kimin mülkü.” Sorudur ve aslında verili bir andaki mülkiyet ilişkilerini sorgulaması açısından düşündürücüdür. Ama İslamcı kardeşlerimiz bizi bağışlasın, korkakçadır.

Buna benzer bir slogan daha var: “Mülk Allahındır.” Bu slogan da, bir açıdan bakıldığında, İslamcı geçinen ve “mülkiyet” müridi hâline gelmiş yeni zenginlerimize dönük bir eleştiridir. Bu açıdan düşündürücüdür. Madem, mülk allahındır, sen bu geçici dünyada, bir Muktedir olarak, Reis olarak bunca mülkü, bunca parayı pulu, bunca rant peşinde koşmayı, bunca yağma için adam öldürmeyi neden yapıyorsun? Bu açıdan etkili gibidir. Muktedir’e, bizim Saray Rejimi dediğimiz bugün İslamcılarla anılan, ama belki yarın anılmayacak olan bugünkü yapılanmaya getirilen bir eleştiridir “mülk allahındır”. Ayrıca, “mülk allahındır”, İslam içinde bir başka yaşama şekli ve anlayışı da ifade edebilir. Bu açıdan da, saygı duyulasıdır. Çünkü dinin bu denli yozlaştığı ve yozlaştırma aracı olarak kullanıldığı koşullarda, başkalarının üzerine binmeden sade bir Müslüman olarak yaşama isteği saygı duyulasıdır. Ama eğer, elde pankart “mülk allahındır” diye taşınıyorsa, bu, sisteme bir itirazı içerir. Bu durumda da, gerçeği ortaya koymak gereklidir. Bu nedenle, bu sloganı da “gerçeği açıklayıcı” olarak görmüyoruz.

İslamcı kardeşlerimiz yine kusurumuza bakmasınlar, son derece yüzeysel bir eleştiridir ve değiştirmeyi, asla asla hedeflemez bir slogandır. Filozoflar, dünyayı tanımakla yetindiler, oysa asıl olan onu değiştirmektir. “Mülk allahındır”, dünyayı tanımaya bile yetmiyor. Mülk, allahın değildir.

Biz, burada, konuyu biraz geniş tutup, mülkiyet ilişkileri üzerinde durmak istiyoruz. Böylece, samimi olarak bu sistemden rahatsız olan, bu sisteme karşı mücadele etmeyi bir görev bilen, farklı düşüncedeki insanlara da, kendi görüşlerimizi bir bütünlük içinde sunma olanağı bulabiliriz.

Günümüz kapitalizminin insanoğluna vereceği, hiç ama hiçbir şey yoktur. Kapitalizm içinde kalarak, çözülebilecek, insanlığa ve insana ait hiçbir sorun yoktur.

Kuşkusuz farkındayız, böyle söyleyince, hemen bazı liberaller, hemen bazı “eski solcu” olmayı avantaj görüp “demokrasi” savunuculuğa soyunmuş olanlar, hemen bazı “sol popülizm” olmaz mı diye soranlar, kısacası sosyalizm ve devrim için mücadele etmemeye yeminli, ama bu arada da kapitalizmi iyileştirme mücadelesi verenler bize kızacaktır. Mesela diyeceklerdir, “verem” veya “veba” sorununu kapitalizm çözmedi mi, çözmez mi?

Bu örneği bilerek seçtim. Onlarca örnek arasından. Çünkü, tam da işimize yarayacak bir örnektir. Kapitalizm, veba üretiyor. Dün, bundan 500 veya 200 yıl önce, kapitalizm hâlâ birçok alanda üretici güçleri geliştiriyordu. Feodal ilişki ağlarını parçalıyor, yaşamın yeni alanlarında sömürü olanaklarını artırıyor, birçok alanın kutsallığını parçalayarak meta üretimine açıyordu.

O zaman da kapitalizm yıkılası bir sistem idi.

İnsanın insan tarafından sömürülmesine dayalı sınıflı toplumların en sonuncusu, aynı anlama gelmek üzere (kapitalizmi “iyileştirme”, “düzeltme” meraklıları sevinsin!) en gelişmişi ve yine aynı anlama gelmek üzere en aşağılık olanı kapitalist toplumdur. O zaman da yıkılması gerekli idi, bugün de.

Bilim, izninizle Marksizm, bu yıkılmanın, kapitalizmin, son sınıflı toplumun yıkılmasının, sadece gerekli değil, zorunlu olduğunu bize gösterdi.

1800’lerin sonlarında tekeller çağına girdik. Kapitalist özel mülkiyet, bu kez pazarları fethetmekle kalmıyor, meta üretimini tüm toplumsal ilişkilere egemen hâle getirmekle kalmıyor, girdiği alanlarda açık ve net bir hakimiyet kuruyordu.

Tam da bu dönemler, birçok kişi, “kapitalizmin ilerici” yönüne vurgu yapmanın artık anlamlı olmadığı fikrini dile getiriyordu. Çünkü kapitalist mülkiyet ilişkileri, artık, üretici güçlerin gelişimini engelliyordu.

Bu tekeller çağıdır.

Bu çağda reklâmcılık denilen şeyi öğretti bize kapitalist pazar hakimiyeti ve onun gerektirdiği şiddet. Reklâmcılık, devletin şiddetinin yanında bir ideolojik şiddettir ve bu şiddetin sahipleri egemen sınıflardır, tekellerdir. Aynı anlama gelmek üzere reklâmcılık, yozlaşma, çürüme sektörüdür de. Tekeller çağının etkileridir bunlar.

Tekel, sadece pazar hakimiyeti demek değildir, sadece ek tekelci kârlar demek değildir, aynı zamanda bu hakimiyet ilişkilerinin gerektirdiği şiddettir de. Bu şiddetin yanında, Amerika’da, İngiltere’de içki kaçakçılarının mafyatik metotları bir hiç, bir anlamda çocuk kalır. Kan ve kârlılık birlikte yükselir ve kanlı para denilen şey, tekeller çağının ve daha geniş söylersek kapitalizmin mülkiyet ilişkilerinin dolaysız ifadesidir.

Pazar hakimiyeti, özel mülkiyet üzerine yükselir. Siz bir kere özel mülkiyeti kutsadınız mı, artık hiçbir biçimde tekelleşmeyi, pazar hakimiyetini önleyemezsiniz. Bu konuda size artık hiçbir tanrı yardımcı olamaz. Bu nedenle, özel mülkiyet ilişkilerinin kutsanması ile başlar süreç. Bu da, ilkel komünal toplumun dağılması süreci demektir (Okuyucuya, Engels’in, “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” çalışmasını öneririz. Böylece konu hakkındaki bilgilerimiz daha canlı hâle gelir). Yani, ilkel komünal toplumun dağılması ile birlikte, aile, özel mülkiyet, devlet oluşmaya başlıyor, birbiri ile bağlı ve az ya da çok yan yana.

Pazar hakimiyeti, tekeller çağı için, reklâm ve şiddet demektir. Reklâm, ideolojik şiddet ile bağlantılı olarak (ideolojik şiddet sadece reklâm demek olmaz, ama reklâmın kendisi bu ideolojik şiddetin içindedir) ele alınırsa, pazar hakimiyeti, mutlaka her türlü şiddeti beraberinde taşır, diyebiliriz.

Pazar hakimiyetini unutmamak gerekir. Mülkiyet ilişkilerinin tekeller çağındaki ifadesi buradadır.

Pazar hakimiyeti, giderek daha büyük çaplı üretim de demektir. Bu, aynı zamanda, “yararlı” olmayan bir nesnenin pazara sunulup ihtiyaç hâline getirilebilme sürecinin, döneminin de açılması anlamına gelir.

Büyük çaplı üretim, kitlesel üretim olarak adlandırılır. Bu, aynı zamanda, pazar hakimiyeti ile mümkündür. Yoksa pazarın tümünü hedef alacak bir büyüklükte üretim olamazdı. Kitlesel üretim, kitlesel tüketimi, yani bildiğimiz terimi ile tüketim toplumunu dayatır.

Şimdi, çıkıp, “fazla tüketmek” müsrifliktir demek, aslında resmin tümünü görmemektir. Fazlasına sahip olmak, fazlası ile mutlu olmak, fazlasını satın almak bir yanda dururken, fazla tüketmek israf etmektir, demek yeterli olmaz. Son derece iyi niyetlice olsa bile, körlüktür. Çünkü, mesele insanın kendini tükettikçe “mutlu” hissettiği meta üretiminin kendisidir. Kapitalizm, meta üretiminin evrenselleşmesi, tüm toplumu, toplumsal ilişkilerin tümünü sarmış olmasıdır. Bugün aşk da bir tüketim nesnesi hâline gelmiştir. Psikologlar, “hasta”larına, “alışveriş yap stresini üzerinden atarsın, mutlu olursun” diyebilmektedirler. Sizce hangisi daha “hasta”?

Tüketim toplumu, ardında, tekelci egemenliği, özel mülkiyet ilişkilerini, kapitalist özel mülkiyeti gizlemektedir. Buna karşı çıkmaktır tutarlı olan. Yoksa, bu ilişkilerin yarattığı sorunlara karşı çıkmak değil.

Aşk, bir tüketim nesnesi hâline gelmiş ise, “daha az tüket” nasihatından çok, niteliksel bir müdahaleye ihtiyaç olmalıdır.

Reklâmcılık, şiddet ve onun özelleşmiş hâlleri, tüketim nesnesi hâline gelmiş insan davranışlarının meta üretimi ve pazar hakimiyeti bağlamında gözetlenmesi, aslında, tarihin hiçbir biçimde tanık olmadığı barbarlıktır. Bu açıdan, modern kapitalist barbarlık, barbarlık noktasını aşmıştır. Milyarlarca işçinin yeryüzünün her yerinde (yaklaşık 4 milyarın üzerinde işçi olduğu ve yaklaşık dünya nüfusunun %75’inin yoksul olduğu hesaplanıyor) karnını doyurabilmek için kölece çalıştığını hatırlamak yeterlidir. Buna modern kölelik demek haksızlık olmaz sanırız.

Reklâmcılık, şiddet ve onun özelleşmiş hâlleri, tüketim nesnesi hâline gelmiş insan davranışlarının meta üretimi ve pazar hakimiyeti bağlamında gözetlenmesi, bugün, tüm toplumun denetim altında tutulması tartışmalarına dönüşmüştür. Toplumsal süreçleri ve olayları manipüle etmek, özel savaş tekniklerinden biri olduğu kadar, büyük tekellerin reklâm ajanslarının çalışma alanlarından da biridir.

Konunun, bir de, tarihsel olarak ele alınması gereklidir. Öyle ya, bizim yukarıda yaptığımız, meseleyi, kapitalizm içinde kısaca özetlemek idi. Ama kapitalizmden öncesi de var.

İlkel komünal toplum temel olarak, gelişmemiş, ilkel üretim araçlarına, bu nedenle insanların birlikte, bir arada yaşama zorunluluğuna, insanın doğada var olabilme mücadelesine bağlı şekillenmişti. İnsanlar bir arada yaşıyor, bu yolla hayatta kalmayı başarabiliyorlardı. Daha çok toplayıcılık, sonraları avcılık vb. gelişmeye başlamıştı.

Üretim araçları, zaten oldukça az sayıda ve ilkel idiler, insanların ortak “mülkü” idi. Başkası da düşünülemezdi. Zira o üretim aletleri, araçları, zaten insanların, dünkü canlı emeğinin maddeleşmiş hâli idi. Bir taşı kesici bir alet hâline getirmek, belki de kabilenin tümünün ortak emeğine dayanıyordu. Ama ister ona dayansın, isterse bir kişinin işi olsun, ortaklaşa yaşam, komünal yaşam, o taşı, tüm topluluğun taşı hâline getiriyordu. Kimse bunu “mülk” edinmeyi düşünemezdi. Zira, mülk edinse, bu taşla kendisi için çalışacak birileri de zaten yoktu.

Yani, üretim aracının özel mülkiyette olması demek, başka birsinin bu araçları, mülkiyeti kendisine ait olan kişi için kullanması demektir.

İlkel toplumun dağılması, özel mülkiyet, aile ve devletin şekillenmesi, artık tarihsel bir “sır” değil. Tüm tarihsel süreç, aşağı yukarı, tüm detayları ile biliniyor gibidir. Elbette bazı boşluklar olabilir ama bu boşluklar da konu için önemsiz düzeydedir.

İlkel komünal toplumun gelişimi, bu ortaklaşa mülkiyetin hep baki kalması koşulu ile toplumsal gelişimin sağlanmasına olanak verir miydi? Yani, ilkel komünal toplumdan, köleci topluma, ilk sınıflı topluma geçmek dışında yol yok muydu?

Bu soru, tarihsel fantazi açısından yerindedir ve kafa çalıştırıcı olarak da görülebilir. Ama bu soruyu, bugün, bu bilinçle soruyoruz. Bunu unutmayalım. Acaba, ilkel komünal toplumdaki insanlar, doğa ve tarih karşısında, kendi geleceklerini şekillendirebilecek, kendileri için bir toplum hayal edebilecek ve bunu eyleme dökebilecek durumda mıydılar?

Ama öyle olmadı. Yani, ilkel komünal toplumdan sınıflı toplumlara, sınıflı toplumların da ilki olan köleci topluma geçildi.

Bir, araya girelim ve İslam ve Marksizm üzerine, bir röportajda dile getirilen görüşlere bakalım.

İslam Özkan, Metin Kayaoğlu ile “İslam’ın içinde müttefikler değil Marksizm’i arıyorduk” başlıklı bir röportaj yapmış. Röportaj, 9 Kasım 2019’da “Gazete Duvar”da yayınlandı. Bu röportajda “İslam’ın içinde Marksizm’i aramak” yolculuğu, “hanif Marksizm” adlandırmasına ulaşıyor. “Hanif”, İslam öncesi Müslümanların varlığına işaret eden bir anlayışla Hz. İbrahim için peygamberin (Hz Muhammed’in) “Ne bir Yahudi, ne de bir Hıristiyan’dı. Fakat o hanif bir Müslüman’dı” (aktaran Metin Kayaoğlu, aynı röportaj) demesinden alınıp taşınıyor. Böylece İslam öncesi tarihte Müslümanların varlığına işaret edilmiş oluyor. Hz. Muhammed’in, İbrahim’i övmüş olması sonucunu çıkarıyoruz. Ama diğer dinler de, Allah tarafından gönderilmiş olduklarına göre, bu iyi insan “hanif Müslüman” olduğu kadar, “hanif Yahudi” ve “hanif Hıristiyan” da olmalı idi.

Ama Metin Kayaoğlu, sadece Marksizm öncesi Marksistlerin varlığına işaret etmenin kanıtı olarak “hanif Marksizm”den söz etmiyor. Ötesine geçerek, ”Hanif Marksizm” ile Marksizm’i İslam’ın içinde arama anlayışı ortaya konuyor. Yine aynı minvalde gidecek olsak, Marksizm’i, Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın içinde de aramamız gerekirdi. Hadi diyelim Budizm’in içinde aramayı reddetmiş olasınız.

Biliniyor, Budizm, tanrının gönderdiği öne sürülen kadim dinlerden değil. Ama yine de, ister Budizm’i ele alın, ister Şamanizm’i, insanlık tarihinin eski inanışlarının birçoğunun, ritüel, inanç vb. şekillerde tüm dinlerin içinde olduğunu görebiliriz. Bu durumda da, İslam’dan daha önce yeryüzünde var olmuş dinsel inanışların içinde “İslam’ı” aramamız gerekir. Bizce bir sakıncası yok, ama buradan bir geçiş yaparak, Marksizm’i, bu üç büyük dinin, bu arada İslam’ın içinde aramak yerine, daha eskiye gidip, eski inanışların içinde arayalım. Belki o zaman bizim dinimize ait olmaz diye korkmayın, zaten biz enternasyonalistiz. Yani, Marksizm’i, hangi eski inanışta ya da nerede bulabileceğiniz bizim için fark etmiyor. Yeter ki, o eski düşüncelerdeki güzel ve doğru olanı öne çıkartmış olun.

Sınıflar ve sınıf mücadelesi, ilkel komünal toplum bittiği günden beri var. Yani, “güzel ve güneşli bir dünya” hayali, bugüne ait olamaz. Mümkün değil. Marksizm öncesinde de böylesi hayaller, talepler, istekler vardı. Bu doğrultuda binlerce isyan gerçekleşmiştir. Bizim tarihimizde Baba İshak İsyanı bunlardan biridir ve son derece açık insanî talep ve istekleri dile getirmektedir. Bunun biraz daha gelişmiş hâli Şeyh Bedreddin İsyanı’nda da vardır. Bu isyandan söz ettiğimiz her zaman, biz Şeyh Bedreddin’in yanında, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’i anmadan geçmek istemeyiz. Bu isyana da baktığımız zaman, “ortakçı” bir toplum talepleri, daha fazla ete kemiğe bürünmüş durumdadır.

Babek İsyanı ya da Spartaküs İsyanı üzerine okurken, insan, sınıf çelişkilerinin acı ve yakıcı hâlde öne çıkışını görebiliyor. Ama kurulacak yeni sistemin, düzenin ancak ipuçlarını görebiliyoruz. Onun için, bu mücadelelerin daha küçük bir alanda zafer ulaşmış hâllerinde bile, ancak, son derece ilkel bir yaşamın, adeta ilkel komünal topluma öykünmüş bir tasarımın varlığını görebiliyoruz. Eğitimin organizasyonu açısından, belki daha da ileri gitmiş örnekler var olsa da, genel anlamı ile, insanın toplumsal yaşamı kavramış olmadığını, bunun bilimine varmamış olduğunu söylemek mümkündür.

Eğer yaratan, bize, insanoğluna, bugüne kadar, iyi tasarlanmış, eşit ve adil, sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum vermiş olsa idi, belki, o zaman bu mücadeleler daha başarılı sonuçlara varabilirdi. Yaratan ise, iyi tasarlanmış o adil, eşit, sömürüsüz toplumu, en saf düşüncede şekillenmiş hâli ile bize, öbür dünyada vaat etmektedir. Onu da, bizdeki bilgilere göre, burada yasaklanmış birçok şeyi serbest bırakan, haz ve güdüleri tatmin eden ve kadın ile erkek arasında yeniden kölece ilişkileri üreten bir tarzda sunmaktadır. “İnsan”ın ihtiyaçlarını karşılamak üzerine kuruludur cennet, “insan toplumunun” ihtiyaçlarını karşılamak üzerine değil. Zaten öbür dünyada gerçekleşecekse, daha fazlasına da gerek yok, eksikleri de önem taşımaz.

Sosyalizme kadar, insanoğlu, kendi iradesi ile bir toplumsal sistem kurmadı. Sosyalizm bunun ilk denemesidir. Eğer, batan bir geminin ardından, kurtularak kendilerini bir adada bulan birkaç insanın “iyi bir toplum” kurma denemeleri gibi şeyleri saymazsak.

Bu denemenin, insanlık adına büyük işler başarmış olduğunu teslim etmek gerekir. Bizim için değil, tüm İslamcı hareket için bu adil olur. Sosyalizm, insanlık adına büyük işler başarmıştır. Sonuçta yenilmiştir. Biz, daha iyisini yapmak üzere, insanlığın bu mirası sahipleneceğini biliyoruz.

Elbette sosyalist devrim öncesinde de, insanlığın güzel bir dünya hayali hep var. Biz, sadece “ütopik sosyalistleri” saymakla kalmayalım. Daha eskiye gidilebilir. Ama bunların en gelişmiş şekli “ütopik sosyalizm” ise, eğer bu kabul görürse, ütopik sosyalizm ile bilimsel sosyalizmin ayrım noktalarını Marksist klasiklerden okumayı önerebiliriz demektir.

İnsan bilinci, insanın oluşum sürecinde, insanın bir anlamda “doğadan kopma” sürecinde gelişiyor. Bir anlamda diyorum, çünkü şöyle denilebilir: İnsan toplumu doğanın bir parçasıdır ve insan bilinci de doğanın kendi bilincine varmasıdır.

İnsan bilinci, bir yandan doğa ile ilişkiler içinde, diğer yandan ise toplumsal yaşam içinde, insanın kendi elleri ve emeği ile oluşuyor. Bu bilinç, elbette toplumsal karakterdedir. Hasan, Hüseyin, Ayşe, Muhammet olarak insanın değil ama, yani bireysel olarak insanın değil ama, insanlığın “ölümsüzlüğünün” keşfi, dil ve yazı sayesinde, kaydetme ve aktarmanın nesnelleşmesi sayesinde bulunmuş demektir.

Öyle ise, bilincin bir tarihsel ve toplumsal süreç olduğunda hemfikiriz. Bu durumda, ilkel komünal toplumun insanlarının, özel mülkiyete izin vermeleri nedeni ile suçlu ilan edilmesi pek yararlı değil diyebiliriz.

Tüm toplumsal tarih boyunca, insanın canlı emeği ile, insanın cansız emeği arasındaki ilişki, toplumsal gelişmeyi belirlemiştir. Cansız insan emeği, üretim araçlarıdır. Bunlar, daha önceki üretim süreçlerinde, insanın canlı emeği idi. Daha sonraki süreçlerde bu cansız emek, makinalar vb. şeklinde, insanın canlı emeğinin yanında üretim sürecine girerler. İlkel komünal toplumda baskın olan, bu cansız insan emeğinin gelişmemişliği idi. Üretim araçlarının gelişmemiş olması, bu demektir.

Sınıflı toplumların tümünde, bu cansız insan emeği, yani üretim araçları, başka insanların canlı emeğini sömürmek için özel mülkiyete geçirilmiştir. Kapitalizm koşullarında canlı insan emeği, bu devasa cansız emeğin hizmetçisi durumuna sokulmuştur. Modern kölelik ilişkilerinin temeli buradadır. Sınıflı toplumlar ortadan kaldırıldığında, komünizm kurulduğunda, ancak o zaman, insanın devasa cansız emeği, canlı insan emeğinin hizmetinde, tüm toplumsal ihtiyaçların karşılanması için kullanılabilecektir. İşte o zaman sadece insanlar arasındaki kulluk ilişkileri ortadan kalkmayacak, aynı zamanda gerçek insanın tarihi de başlamış olacaktır. Tüm bu tarihsel sürece insanlaşma süreci diye bakarsak, ancak komünizm ile birlikte, insan olma mücadelesi niteliksel bir sıçrama yaşayacaktır. Doğanın kendi bilincine varması süreci, insanın doğa ile farklı tarzda ilişki kurmasının da olanağını yaratacaktır.

Yani, “mülk allahındır” dediğimiz zaman, sadece arazilerden, topraktan, sudan, madenlerden vb. söz etmiyoruz. Tersine, toprağın yanı sıra, doğanın yanı sıra, ayırt edici bir biçimde üretim araçlarının mülk edinilmesinden söz ediyoruz demektir.

Bugün, sadece, mesela İstanbul’da gökdelenlerin, kupon arazilerin kimin olduğu değildir mülk meselesi. Ondan daha çok, tüm toplumun, tüm insanlığın cansız emeğinin ürünü olan üretim araçlarının kimin olduğu önem taşır. Bu vurgularla, bu mülk edinmenin özel karakterinin bir bölümünü sakıncasız gördüğümüz sonucu da çıkmasın.

Hatta “mülk allahındır” sözüne, eleştirdiğimiz yeni zenginlerimiz, muktedirler, reisler, müteahhitler, şöyle de karşı çıkabilirler: Mülk allahındır, kabul. İslam dini, allahın gösterdiği doğru yoldur. Bu doğru yolu hayatta egemen kılmak için, bu allahın mülkünün bazılarının allah indinde biraz olsun ayrıcalıklı olması mümkündür. İşte size savunma. Bunu elbette ki biz söylemiyoruz. Ama, rüşvetler için fetva çıkarıp bunu devletin vergi toplama sistemi içine dahil eden Karaman’lar, diğer savunmayı, çoktan yeni İslam sürümü olarak piyasaya sürmüşlerdir. İşyerlerindeki cinayetlere karşı gelişen protestoları önlemek için, “işyerlerinde aşırı güvenlik önlemi almak allaha şirk koşmak”tır diyebilenler, inanın “mülk allahın” sözünü kendileri için bir tehdit olarak görmemektedirler. Değil mi ki, Erdoğan, kutsanmış, halk tarafından değil ama “seçilmiş”tir, öyle ise onun bu mülklerden faydalanması caizdir, diyebilirler. Vatikan, allahın mülklerinin koruyucusu değil midir? Cennet için bu geçici dünyada yaşayanlara “mülklerinizden vazgeçin” diyenler, en büyük mülk sahipleri değil midirler?

Toprakların, suların, doğanın sahipsiz olduğunu anlatmak için “mülk allahındır” dediğiniz zaman, işin önemli parçasını, üretim araçlarını unutmuş olursunuz.

Üretim araçları, gerçekte toplumun “malı”dır. Ancak, bugün, özel mülkiyet altındadırlar. Biz komünistler, üretim araçlarının özel mülkiyetine son verdiğimizde, hem onların gerçek toplumsal karakterini serbest bırakmış olacağız, hem de onları “mal” olmaktan çıkarmış olacağız.

Üretim araçları üzerindeki mülkiyet, ürünlerin “sahip”li hâle gelmesinin temelidir. Meta üretiminin temeli buradadır. İnsanoğlu, hem gereksinimlerinden fazla bir üründen üretebildiğinde, yani üretim araçları bu ölçüde geliştiğinde, hem de bu ürünlerin üretiminde kullanılan üretim araçlarını özel mülkiyete verdiğinde, bunu kabul ettiğinde, işte o zaman meta üretir. Meta, üründen farklı olarak, pazar için, değişim için üretilendir.

Kapitalizm, bu meta üretimini evrenselleştiren yegâne ekonomik sistemdir. Bu evrenselleşme, ücretli emek ile tamamlanmış bir döngüdür. Bu noktadan sonra, meta, hayatın her alanına hücum eder. Meta ilişkileri, toplumsal ilişkilerin her türüne siner. İnsanlar arasındaki hemen her türlü ilişki, metalar arasındaki ilişki hâline gelir. Meta fetişizmi, çağımızın birçok hastalığının toplumsal temeli hâline gelmiştir.

Değer avcılığı, metadaki değerin ve özellikle artı-değerin kâra dönüşümü içindir. Bu değer avcılığı, her türlü insanî değeri yıkarak egemenlik alanını genişletir. Dürüst bir imam, buna karşı insanları uyararak tanrıya hizmet ettiğini düşünüp, akşam rahat bir uyku uyumayı hak ettiğini düşünebilir. Bir devrimci sosyalist, bu meta toplumuna, meta toplumunun en gelişmişi kapitalizme karşı, özel mülkiyete ve insanın insan tarafından sömürülmesine karşı militan bir mücadele yürütür, kapitalizmi tarih sahnesinden silmek için örgütlenip mücadele eder, tüm bu değer avcılığının toplumsal temelini ortadan kaldırma işine girişir. Belki ve muhtemelen tanrıyı memnun etmemiş olabilir, ama savaşsız, sömürüsüz bir dünya kurmanın yolu, tek yolu budur. Cenneti, bu dünyayı cennete çevirerek var etmenin yolu budur. Bu cennette, özel mülkiyet de yoktur, onun gerektirdiği hakimiyet ilişkileri de. Bu cennette, binlerce yıllık sömürü, aşağılanma, her türden ayrımcılık da yoktur.

Bu bilimdir, Marksizm’dir, bilimsel sosyalizmdir.

Kapitalist özel mülkiyet ilişkileri, üretim araçlarının bunca ileri gelişmişlik düzeyine rağmen, modern barbarlık çağını egemen kılmaktadır. Kapitalist özel mülkiyet ilişkileri, binlerce yıllık sömürü tarihini aşacak şekilde insanı köleleştirmekte, yok etmekte, öldürmektedir. Üretim araçlarının gelişmişlik düzeyi, daha önceki üretim dönemlerindeki canlı emeğin ürünü olan makinaların, üretim araçlarının özel mülkiyeti sayesinde, insanın köleleştirilmesi için büyük olanaklar sunmaktadır.

Bugün bu devasa köleleştirme, gezegenin varlığını tehdit eder boyutlardadır. Bunun için, dünün tüm alışkanlıklarını, kör inançlarını, kapitalist devlet azgınca, fütursuzca kullanmaktadır. Kapitalist mülkiyet ilişkileri, insanın gelişiminin, varlığının önünde büyük engel ve tehdittir. Bu tehdide karşı, işçi sınıfının öncülüğünde, militanca bir mücadele gerekli ve zorunludur. Bu acil, ertelenemez bir mücadeledir. Dahası biz, mülkiyet ilişkileri, hakimiyet ve bunların gerektirdiği şiddet demek olan burjuva egemenliğe karşı her yol ve araçla mücadeleyi meşru ve zorunlu görüyoruz.