Suriye savaşı; sona doğru mu, büyümeye doğru mu?

Suriye savaşı, aslında Soğuk Savaş sonrası dünya döneminin önemli dönemeçlerinden biridir. Anlaşılır olması için, SSCB’nin çözülmesi, “Soğuk Savaş” olarak adlandırılan II. Dünya Savaşı sonrası dönemin sonudur. SSCB’nin varlığı, daha genişletirsek, sosyalist ülkelerin varlığı, emperyalist güçleri, birbirine yakınlaştırmıştı. Başına ABD’nin yerleştiği, NATO sistemi ile bağlanmış bir emperyalist cephe oluşturuldu. Bu cephe, komünizme karşı savaş ve emperyalist egemenliği ayakta tutmak için “kendi aralarındaki rekabet, hegemonya savaşı ve çatışmaları” ertelediler. Bu anti-komünist, insanlık karşıtı savaşı yürütürken, adlarına “Batı medeniyeti”, “Batı değerler sistemi”, “Batı demokrasisi” dediler. Onun için bir not olsun, nerede bu terimleri duyarsanız, hiç tereddüt etmeyin, işçi ve emekçilere karşı, insanlığa karşı bir saldırı gizlenmek isteniyordur.

İşte SSCB’nin çözülmesi, Batılı emperyalist devletlerin kendi aralarındaki ertelenmiş, arka plana atılmış çatışmaları yeniden öne çıkarmaya başladı.

Bugün, 2019 yılının Temmuz ayından baktığımızda, aradan 30 yıl geçmiştir ve bu yeni paylaşım savaşımının izlediği yol açıkça ortadadır. Diyebiliriz ki, emperyalist güçler, özellikle beş tanesi, şiddetli bir paylaşım savaşımı içindedir. Bunlar ABD, İngiltere, Almanya, Japonya ve Fransa’dır. Bu paylaşım savaşımı, bölgesel savaşlarla, ticari savaşlarla vb. birçok biçimini bize göstererek gelişiyor. Bir gün döviz kurları ve finansal alanda yoğunlaşan bir savaş görüyoruz, ertesi gün, bir ülkenin yağmalanmasını seyrediyoruz. Ama her gün, bu savaşın daha da şiddetlendiğini biliyoruz, bunu söyleyebiliriz.

Afganistan ve Irak işgalleri, ABD’nin bu rakip-dostlarına bir takım tavizler vererek, mesela Japonya ve Almanya’daki bazı üslerini kapatmaya razı olarak, onlardan destek aldıkları müdahalelerdir. Libya da böyledir, sadece biraz daha küçük bir ittifakla.

Afganistan ve Irak işgalleri, ABD’nin “dünya imparatorluğu” hayalleri politikaları ile birleşmişti. Ama ABD, kazanırken kaybetti ve durum farklılaşmaya başladı. Libya ise, Batı medeniyetini yeniden ABD etrafında toparlama girişimi idi. “Gelin, şu koyunu birlikte bölüşelim” hesabı. Ama bu geçici bir nefes alma demek idi ABD için. ABD bunu biliyordu ve Suriye, İran hattına girmekte kararlı idi.

Suriye savaşında, bu kez Rusya ve Çin karşısına dikildi. Zira, gerçekte, Çin ekonomisi zaten dünyanın fabrikası olarak, tüm sistemi zorlamakta idi. Suriye savaşı, İran’a müdahalenin öncesi demek oluyordu ve Rusya’nın buna izin vermesi demek, kendi varlığını inkâr etmesi demek olacaktı.

Açık ki, ABD, “dünya imparatorluğu” hayallerini bir başka zamana erteledi. Obama iktidarı budur. Ama ABD, İran’ı kontrol etmek, Türkiye’den Orta Asya petrollerine ulaşacak hattı kontrole almak istemektedir. Demek ki, ilk adımda İran’ı dağıtmak ve aynı zamanda Türkiye’de sağlamlaşmak zorundadır. ABD, Türkiye’nin siyasal kontrolünü elinde tutuyor. Ama ekonomik olarak rakipleri var.

Biz bu durumu, İkinci Dünya Savaşı sonrasında şekillenen bir durum olarak, “ortaklaşa sömürge” diye isimlendiriyoruz. Türkiye, bir “ortaklaşa sömürge”dir. Ekonomik olarak Avrupa’nın, siyasal olarak ise ABD’nin denetimindedir. Hayatın olağan işleyişi içinde her şey zamana bırakılmış olsa idi, ekonomiyi elinde tutan Avrupa, Türkiye’nin sahibi olurdu. Ama artık bir paylaşım savaşımı var ve ABD, “olağan akışı” dinlemek için bir neden görmemektedir. Bu durumda, siyasal mekanizmalarla (yani, ordu, polis, yargı, siyasal partiler vb. ile) Türkiye’de gücünü pekiştirmek, yeni duruma göre güçlerini organize etmek istemiştir. “Yeni Türkiye” projesi budur. Bu konuda yazılmış bir kitap, Graham Fuller imzasını taşımaktadır. Ve ABD, elindeki güçleri, Gülen cemaatinden diğer cemaatlere, ordusundan yargısına kadar tüm güçleri bu amaçla organize etmeye başladı. AK Parti ve Erdoğan projesi böyle ortaya çıkmıştır. Erdoğan ve AK Parti projesi, “yeni Türkiye”, “ılımlı İslam” projelerinin gölgesidir. Anlamak için, gölgeye bakmanız yetmez, cismin kendisine bakmanız gerekir. Bugün, Türkiye’de ortaya çıkan devlet-çeteleşme süreci, Saray Rejimi ve devlet ile sermaye grupları arasındaki sürtüşmeler, bu sürecin sonucudur.

Türkiye, hâlâ bir “ortaklaşa sömürge”dir.

Ortaklaşa sömürge olma durumu, ne kadar sürerse sürsün, aslında geçicidir. Yani, eninde sonunda bir başka duruma evrilmek zorundadır. Anlatabilmek için, “yarı-sömürge” ve sömürge kavramları arasındaki bağa bakmamız gerekir. Osmanlı’nın sonlarında Osmanlı, imparatorluktan sömürgeye dönüşmekte idi. 1900’lerin başında Osmanlı için “yarı-sömürge” denildiğinde bu, bu süreci anlatır ve bu açıdan doğrudur. Nihayetinde, sürekli olarak “yarı-sömürge” olarak kalınamaz. Ya sömürge olursun ya da bu zinciri kırar ve sosyalist olabilirdin. Sosyalist olmadığını biliyoruz. İşte “ortaklaşa sömürge”, Soğuk Savaş döneminde SSCB’ye karşı bir ileri karakol olarak NATO kontrolünde organize edilen Türkiye’nin durumunu ifade eder. SSCB dağıldığı, komünizm korkusu yerini “tarihin sonu” sevinç gösterilerine bıraktığı andan başlayarak, bu “ortaklaşa sömürge” olma durumu, değişime uğramaya başlar. Hâlâ bu değişimin içindeyiz.

İşte ABD’nin Türkiye’de güçlenme isteği dediğimiz de, bu başlıca iki alandan gerçekleşir:

a- Siyasal olarak tüm güçlerini (Gülen hareketini, İslamî hareketi, Ergenekon’u, orduyu, polisi, yargıyı vb.) yeniden yapılandırmak istedi, istiyor.

b- Aynı anda, yeni sermaye grupları oluşturmak da içinde, ekonomik sahayı yeniden biçimlendirmek istedi, istiyor.

ABD’nin Türkiye’de güçlenmesi, İran’ın kontrolünü kendi eline geçirme isteğinden bağımsız değildir. Demek ki, Suriye savaşı da bunun bir parçasıdır.

Eğer bu perspektiften bakabilirsek, bazı soruların yanıtlarını daha büyük bir hızla bulabiliriz, daha doğru bir biçimde bulabiliriz.

Mesela neden, IŞİD gibi bir vahşet, Suriye ve Irak coğrafyasında yeşertildi? ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar, bu projenin önemli bileşenleridir. Gerçekleşen katliamlar, yayılan korku, “düzleştirme” siyaseti diyebileceğimiz bir yeni savaş stratejisidir. ABD İngiltere, İsrail, Türkiye ve Suudi Arabistan, bölgeyi yerle bir etmek, tarihsizleştirmek, insanı köleleştirmek için bu araçlara başvurmuştur.

Mesela neden, ABD, Kürt hareketi üzerinde ya da içinde bir kanal yaratmak istiyor? Kürt halkı başta olmak üzere, Suriye halkları IŞİD terörüne karşı direniş gösterdikleri ve bunda başarılı oldukları ölçüde, sindirme politikası, köleleştirme politikası sona erdi. Suriye halklarının ve Suriye güçlerinin direnişi, Rusya’nın desteğini de içine koyalım, bu politikayı işlevsiz kılmıştır. Bu durumda, bölgenin önemli güçlerinden biri olan Kürt hareketini kontrol edebilmek için ABD’nin manevralara başlaması anlaşılır olur. Yoksa ABD’nin Kürt halkının istekleri ile bir bağı yoktur. ABD, hiçbir halkın yararına iş yapmaz, yapmamıştır. Bu, tüm emperyalist dünya için geçerlidir. Emperyalistler, çelişkileri kullanır, ama her zaman kendi yararları için, her zaman imha ederek. Türkiye’nin Kürt halkına karşı şiddetli savaşı ile, ABD’nin Kürt hareketi içinde bir yer edinme isteği, bir madalyonun iki yüzü gibidir. ABD, Türkiye içinde istediklerini yerine getirmek için, Kürtlere karşı savaşı destekler, ama öte yandan Suriye’de tümden kaybetmemek için, sahada varolabilmek için Kürt halkının taleplerine kulak asıyormuş gibi davranır.

Şimdi Suriye savaşının sonuna gelinmiş gibidir. Ama bu bir son mudur, yoksa daha büyük çaplı bir tarzda savaşın gelişimi için bir yeni durum mudur, yanıtını vermek kolay değildir.

Savaş, gelip İdlib civarında odaklanmıştır.

Ama İdlib, Afrin ve Fırat’ın doğusu ile de bağlantılıdır. Türkiye, Afrin’i işgal etmiş, Fırat’ın doğusunda çeşitli “üs” noktaları oluşturmaya başlamış ve sürekli olarak sınıra asker yığmaktadır. ABD, İdlib’in olabildiğince uzun sürmesi için, Türkiye’yi Rusya’yı oyalamakla görevlendirmiştir.

Rusya, Afrin işgaline sessiz kalmıştır. ABD ve Türkiye arasındaki konum farkından kaynaklı çelişkilerin gelişmesi için bu sessizliği seçmiştir. Rusya’nın sessizliği olmamış olsa idi, Türkiye’nin Afrin işgali gerçekleşebilir miydi?

Bugün İdlib’de Türkiye, Rusya ile yaptığı anlaşmalara uygun davranmakta mıdır? Sanmıyoruz. Türkiye, İdlib sorununun uzamasını istemektedir. Bu açıdan Rusya’nın zoru ile bazı adımlar atsa da, aslında bu sorunun çözülmesini istememektedir. Dahası, bu alanda elindeki olanakları, ABD ile pazarlık için de kullanmaktadır. En başta Erdoğan ve Saray Rejimi, İdlib sorununun çözümünün kendi iktidarının sonu olduğunu dahi görmektedir. Bu nedenle ne kadar uzarsa, hem ABD hem de Türkiye için o kadar iyidir. Görünen budur.

S-400’ler de bu işin bir parçasıdır. S-400’ler, bu nedenle Nisan 2020’ye uzatılmıştır. Erdoğan ve Saray Rejimi, S-400 meselesinin her iki çözümünde de kendi sonunu görmektedir. Bugün Erdoğan S-400’lerden vazgeçtim ve tüm sistemi iptal ettim dese bile, ABD açısından bitmiş bir projedir. Yok S-400’leri devreye soktum ve işi büyütüyorum derse de yolun sonuna gelmiş gibidir. Bu nedenle, ABD, tepkilerini adım adım uygulamaya koyma yolunu seçmiştir. Rusya, S-400’ler ile, NATO mekanizmasını dağıtmak istemektedir. Zaten ömrünü çoktan doldurmuş olan ve varlık nedeni kalmayan NATO’nun dağılması, ABD’nin “Batılı müttefikleri” üzerindeki kontrolünün yok olması da demektir.

Ve elbette unutmamak gerekir ki, “dünya imparatorluğu” hayallerini ertelemek zorunda kalan ABD’nin hegemonyası, her cephede dağılmaktadır, gerilemektedir.

İşte bu şartlar altında İdlib’de sürecin uzaması zorunlu gibi görünmektedir. Rusya beklemektedir, ABD sürecin uzamasını istemektedir. Bu koşullarda ise, öyle anlaşılıyor ki, herkes perdenin arkasında harıl harıl hazırlanmaktadır. Bu durum ise savaşın daha da büyüme potansiyeli demektir.

Türkiye’nin tampon bölge ve işgalci konumunu meşrulaştırma isteği, bu savaşı büyütmek isteyen güçler için bulunmaz bir fırsattır. Türkiye, sürekli olarak bölgeye asker yığmaktadır. ABD ise, başka alanlardan, savaşı daha da büyütme isteğini ortaya koyacak saldırılar gerçekleştirmektedir. Rus denizaltısında “yangın”, acaba nasıl bir saldırının ürünüdür?

Tüm bunlar, savaşın büyüme potansiyelini ortaya koymaktadır.

Yani, Suriye savaşı, İdlib ile bitebilecek konumda iken, aynı zamanda büyüme potansiyeline de sahiptir.

Tam da bu sıralarda İran üzerine yoğunlaşan baskı, İngiliz güçlerinin de devreye girmesi, Trump’ın saldırgan tutumları rastlantı değildir. Savaşı büyütmek isteyenlerin hamleleridir bunlar.

Çıkış yolu nedir diye sorulacaksa, yanıtımız açıktır: Savaşı önleyecek tek güç, halkların özgürlük ve sosyalizm mücadelesidir. Bu açıdan bölgemizde gelişmekte olan direniş son derece kıymetlidir. Kürt halkının direnişi, bu direnişin odak noktasındadır.

Halkların örgütlü direnişi, savaşı önlemenin, barışı sağlamanın tek yoludur. Aynı zamanda emperyalist güçleri bölgemizden söküp atmanın da tek yoludur. Bunun kolay bir yol olmadığı açıktır. Zira, bir yandan kendi amaçları için emperyalist güçler bölgede ırkçılık ve katliam politikalarını sürekli canlı tutmaktadırlar, diğer yandan ise henüz halklar yeterli örgütlülükte değildir. Ancak, biliyoruz ki, Suriye savaşı başladığında halkların örgütlülüğü ve bilinci daha da geri durumda idi. Evet hâlâ halkların, işçi ve emekçilerin örgütlülüğü yeterli düzeyde değildir. Ama buna rağmen, tek şans budur ve bu imkânsız değildir.

Bu açıdan Türkiye işçi sınıfının, Türkiye halklarının görevi artmıştır. Savaş, yağma ve rant ekonomisine dayalı, çetelere yaslanan, baskı ve şiddeti sürekli artıran Saray Rejimi ömrünü doldurmaktadır. İşçi ve emekçilerin direnişi, belli bir süreklilik kazanmıştır. Evet Gezi tarzında yükselen bir dalga gibi değildir. Ama bu direniş, hayatın her alanında vardır. Bu direnişi küçümsemek büyük bir körlük olur. Bu direnişi büyütmek demek, bunun bir parçası olmak, küçük büyük demeden ona güç vermek demektir.