Takrir-i Sükûn uygulamaları, Muktedir ve “ulusalcılık”

Tarihteki katliamcı, tarihteki çeteci, tarihteki halka düşman devlet uygulamaları “topyekûn bir saldırı” ile devreye sokulmuştur. Her açıdan bir karşı-devrim saldırısı, yeni bir gerici saldırıdır bu.

İlkin, Kürt devrimini bastırmayı hedefleyen saldırıların bir yenisidir. Cizre’de ortaya konan tablo hafızalardadır. Bir kenti tamamen kuşatmak, yüksek binalara keskin nişancılar yerleştirerek çocukları öldürmek, cenazelerin buzdolaplarında saklanmasına yol açmak, sokaklarda rastgele ateş etmek, plakasız zırhlı araçları sokaklara salmak, sokaklarda beyaz bayraklı hasta manzaraları, bu resmin bir bölümüdür. Tutuklanmalar, seçilmiş belediye başkanlarının gözaltına alınması, tüm hukuk süreçlerinin ayaklar altına alınması, zırhlı araçların arkasına takılıp çekilen ölü bedenler….

Bu, Kürt devrimine karşı büyük bir bastırma hareketidir. Ve doğrusu buradan TC devletinin bir zafer elde etmeyeceği de, yakın geçmiş ile sabittir.
İkincisi, kitle eylemlerine bombalı, kanlı saldırılar. IŞİD ve devlet güçlerinin açık işbirliği ile tezgahlanan kanlı katliamlar devrededir. 1 Mayıs 1977, Maraş ve Çorum katliamları, 16 Mart katliamları ve daha birçoğu kapatılmış dosyalar iken, bu kanlı saldırılara yenileri ekleniyor. Diyarbakır mitingine atılan bomba, HDP binalarına saldırılar, sola saldırılar, Suruç katliamı, en son Ankara katliamı. Tüm bu eylemler, Batı’da özellikle Gezi Direnişi ile başlayan diriliş ve ayağa kalkış sürecinin bastırılması, Kürt devrimi ile kardeş bir devrimin yükselişinin önlenmesi içindir.

Bu arada Muktedir, kendi iktidarını kaybetmek istemiyor.

Bunun için, tüm kitle eylemlerine azgınca saldırılıyor. Soma’yı hatırlayın. Acılı ailelerin üzerine tomalar yürütülmüştür. Her hak arama eylemine, her soruya, her karşı çıkışa şiddetle, azgın bir devlet terörü ile saldırılmaktadır.

Muktedir, iktidarını korumak için, dün birlikte bu yollarda yürüdükleri ile, Cemaat ile savaşa tutuşmuştur. Bu savaşı, genel bir saldırının hem örtüsü, hem de bir parçası haline getirmiştir.

Kandırıldık edebiyatı ile, eski Ergenekon kadrolarına kapıyı aralamıştır.

Tam bu kapıdan “ulusalcılık” devreye girmiştir.

Ulusalcılık diye bize savunulan şey, şimdi, “ülkeyi kurtarmak için” muktedir ile kol kola girmiştir. Bugünlerde diyorlar, Erdoğan’ı desteklemek, ulusal çıkarları desteklemektir. O kadar ki, aynı dili kullanıyorlar. Ve bu arada, Erdoğan’ın cemaatten uzaklaşması ile oluşan yalnızlığını “değerlendirip” devlet içinde güç toplamaya çalışıyorlar.

Takrir-i Sükûn yasaları, işçi sınıfını, halkların direnişini kırmak için, tüm toplumu susturmak için, devreye sokulmuştu. 1920’li yıllardır ve tüm toplum bastırılırken, yine “ulusal çıkarlar”dan dem vurulmakta idi. “Ulusal çıkar”, tarih boyunca her zaman burjuva egemenlerin çıkarının, toplumun çıkarı kisvesine büründürülmesidir. Bugün de bu kullanılmaktadır.

Ulusalcılarımız, her hak arama eyleminin bastırılmasından yanadır. Gezi’ye karşıdır. Kürtlerin bir dirhem hak elde etmesini, herhangi bir halkın dilini kullanmasını, “ulusal çıkaralara” tehdit olarak addetmektedir.

Devlet saldırıyor ve ulusalcılarımız bu saldırıları kökü dışarıda saldırılar olarak ele alıyor. Oysa zırhlı aracın arkasında sürüklenen ceset, faili belli bir eylemdir. Oysa Diyarbakır veya Suruç veya Ankara saldırısı, her açıdan açık ve ortadadır.

Ve ulusalcılarımız, bu Muktedir’in iktidarı ile, kol koladır. Devrimciler öldürülürken, halka bombalar atılırken, Soma’da insanlar öldürülürken sessizdirler.
Takrir-i Sükûn uygulamaları, hukuk tanımaz bir tarzda yeniden devreye sokulurken, bunlar sözüm ona “devleti kurtarmak” işi ile meşguldürler. ABD, Erdoğan’ın üzerini çizecek ve ardından bunlar yeniden ABD emrinde koltuklarına oturacaklardır. Beklentileri budur. Ve işte onların “ulusalcılığı” budur.

Gerçekte, herhangi bir “ulusalcı” söylem, genellikle, anti-emperyalist bir çizgiye oturmalıdır. Uygun olanı bu olurdu. Ama bizdeki ulusacılar, ne kadar önemsiz konu varsa o noktada AK Parti’yi eleştiren ama ne kadar ciddi bir konu varsa onların tümünde Erdoğan’ın destekçisi olan bir tutum içindedirler.

Ve şimdi, AK Parti ile “ulusalcılarımız” birlikte, kendilerinin tutumlarını dolaysız ortaya koymaktadırlar.

Ülkenin tüm gericileri, Takrir-i Sükûn uygulamaları ile, darbe uygulamaları ile, olağanüstü hâl uygulamaları ile bir aradadırlar. Ulusalcılara hayırlı olsun. Halklara düşmanlık, hak aramaya düşmanlık, işçi sınıfına düşmanlık, bu topraklarda yeni değildir ve gidebileceği yer de açık ve nettir.
Devlet, her açıdan ve her düzeyde çeteleşmektedir. Mafya, IŞİD, Osmanlı Ocakları uygulamaları boşuna değildir.

Devrimcilere dönük saldırılar, iktidar tarafından daha da ileri taşınmıştır, halka, kitlelere dönük saldırılar başlatılmıştır. Ve bu da yeterli bulunmamış, en küçük bir aykırı ses çıkartan medya kurumlarında temizlikler istenmiştir. Çeteleşme, bunun daha ileriye taşınmasına olanak tanımıştır. TV kanallarına, gazetelere dönük saldırılar, susturma kampanyaları, havuz medyası uygulamalarının bir diğer ucudur.

Açık ve net olarak devlet-iktidar-muktedir tüm toplumu susturmak, esir almak, tam ve kesin bastırmak istemektedir.

Bu iktidar-devlet aynı zamanda Ortadoğuda süren savaşın aktif tarafıdır. ABD’nin tetikçisidir ve böyle olduğu için de ABD manevralar yapabilmekte ama Türkiye, gerçekleri görebilme cesaretini bile gösterememektedir. Bölgede tüm çetelerin aktif destekçisi konumundadır.

Ülkemizdeki bu çeteci-gericilik, bu karşı-devrim cephesi, aynı zamanda Ortadoğu’daki çeteci-gericilik ile, Ortadoğu’daki karşı-devrim cephesi ile, dünya gericiliği ile kol koladır. Ankara katliamı, ancak bu çerçeveye oturtulursa anlaşılabilir. Ankara eylemini yaptığı söylenen IŞİD, başbakanımızın “öfkeli gençler, öfkeli çocuklar” dedikleri değil midir? Dünya gericiliğinin, emperyalist güçlerin bu eğilimleri ortaya konmadan, Ankara katliamını anlamak mümkün değildir.
İşte bize bugün dayatılan Takrir-i Sükûn uygulamaları, baskı ve devlet terörü, çeteci uygulamalar, bu genel tablonun bir parçasıdır.
Ortaya bir kan gölü çıkmaktadır.

Sadece 2015 yılında ölenlerin sayısı bini geçmiştir ve öldürülen çocukların sayısı 70’in üzerindedir. Sakat kalanlar, iş cinayetlerinde ölenler, öldürülen kadınlar bu listenin dışındadır.

Ve tüm bunların arasında basın susturulmakta, tutuklanmalar tam gaz sürmekte, en sıradan hak arama eylemleri bastırılmaktadır.
Tüm dünya gericiliği birleşmiş, ülkemizin tüm gericileri karşı-devrim bayrağı altında bir karanlık savaşı pompalamaktadır.
Öyle anlaşılıyor, bu süreç, 1 Kasım seçimleri sonrasında da sürecektir.

Bu gerici saldırıya karşı, tüm anti-emperyalist güçlerin, halkların ortak mücadelesi dışında bu savaşı durduracak bir sihirli güç yoktur. Bu kan gölünün içinden kızıl bir güneşi doğurtacak güç, halkların özgürlük mücadelesidir.

Bölgemiz barışa, adalete, özgürlüğe ve sosyalizme muhtaçtır ve bunun olanakları aynı hızla birikmektedir. Mesele bunu zafere ulaştırmak için geliştirilecek örgütlü mücadeleyi örmektedir.