“Yönetme krizi” ve “Saray Rejimi”nin korkuları

Erdoğan, “portakal mıdır, mandalina mıdır, narenciye midir” diye bağırıyordu. TV kanalları, hepsi birden, bu “muhteşem” konuşmayı yayınlıyor. Erdoğan, Fox TV haber sunucusu Fatih Portakal’ı hedef almıştı. Ve devamla, “enseni patlatırlar” diye tehdit ediyor. Fatih Portakal, artan zamlara karşı protesto yapmaktan korktuğumuzu, toplum olarak korktuğumuzu vurgulamış. Normalde, bir insanın, “protesto gösterisine çıkmaktan, polis copundan, biber gazından korkuyorum” demesi, hem normal karşılanır, hem de Erdoğan için iyi bir şey olarak algılanmalıdır. Öyle ya, Erdoğan, protestoculardan, Gezicilerden çok korkuyor. Portakal da, zaten korktuğumuz gerçeğinin altını çiziyor.

Ya Fatih Portakal, kalkıp, “arkadaşlar, bu zamlara karşı sessiz mi kalacaksınız, elbette sokağa çıkmalıyız, ben varım, artık korkumuzu yenelim, polis copu, biber gazi vb. vız gelir tırıs gider, artık sokaklarda olacağız” dese idi, daha mi iyi olurdu? Bu ikinci durumda, Fatih Portakal, halkı gösteriye çağırmış olurdu.

Peki bu suç mudur? Değildir. Anayasayı değiştirmeleri gerekir. Normal olarak, her vatandaşın protesto etme, gösteri yapma, izinsiz toplanma hakkı vardır. Portakal da bunu yapabilirdi.

Ama Fatih Portakal bu ikinci şekilde davranmadı. Keşke davransa idi, çünkü bu durumda, en azından, bizim desteğimizi alırdı, işçilerin desteğini alırdı.

Oysa o, korkuyoruz, dedi. Sokağa çıkmaktan korkma durumunu anlattı. Ve elbette, “korku”, “sokak”, “protesto” konusunda son derece gelişmiş bir algıya sahip olan Saray, hemen Fatih Portakal’ın mesajlarını tercüme etti, anladı, yorumladı. Acaba, bu hisleri güçlü Erdoğan danışmanları kimlerdir?

Ve elbette bu durumda, Portakal, mandalina, narenciye vb. oldu. Portakal’a narenciye, mandalina demek, belki de bir aşağılama şeklidir. Bilmiyoruz. Ama enseni patlatırlar, çok açık olarak bir saldırı mesajıdır, tehdittir.

Erdoğan, başkan, cumhurbaşkanı, AK Parti başkanı, yargı başkanı, yürütme başkanı, Varlık Fonu başkanı, futbol federasyonu başkanı, İslam alimleri başkanı, ihale kurulu başkanı, inşaat işleri başkanı vb. unvanları ile, “ensenin patlatılması” işinden söz etti mi, bu ilgili yerlerce hemen kaale alınır.

Ve elbette Genelkurmay Başkanı veya Savunma Bakanı veya İçişleri Bakanı veya Mehmet Ağar veya Perinçek veya Bahçeli, “efendim, bu işlere siz karışmayın, bu da çok uygun olmadı” şeklinde bir sözü yüzüne diyemezler.

Böyle olunca, ense patlatıcılar ile Portakal, karşı karşıya kalır.

Ama bu olay bize, “bu aşırı hassaslığın nedeni nedir” sorusunu sordurmalıdır. Gerçekten de, neden Erdoğan, bu kadar tehditkâr konuşuyor? Bu acaba, Erdoğan’ın özel korkusu mudur? Acaba, Gezi korkusunun bununla bir alâkası var mı?

Tam yerine geldik ve Gezi dosyalarının açılmasına bakalım. Erdoğan ve Saray’ı, ısrarla, Gezi Direnişi’nin dosyalarını yeniden açmak istiyor. O kadar ki, Saray medyası bile, bu kadarına gerek yok diye düşünüyor. “Şimdi Gezi nereden çıktı” diyenler var. Ama tabii, bunlar Erdoğan’ın arkasından, Saray’ın duvarlarına konuşuyorlar. Bu nedenle olmalı, Saray’ın içinde bir korku, adeta hayalet gibi, geceleri ortalığa çıkıp dolaşmakta imiş. Ve bu korku, Erdoğan’a da nüksetmiş ve her durumda bir Gezi Direnişi tekrarını bekliyorlar.

Oysa biz söz verebiliriz: Bir sonrakisi, ilk Gezi gibi olmayacak, tekrarı olmayacak, çok daha gelişmiş olacak, çok daha geniş kitleleri saracak ve emin olun, çok daha görkemli olacak. Yer yerinden oynaması denilen şeyin ne olduğunu, ayak takımının baş olmasının gerçekte ne olduğunu göreceksiniz.

Ocak ayı, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının, Karadeniz’de boğdurulmasının yıldönümüdür. 1921’in Ocak ayının 28’inde, burjuvazi, Karadeniz’de 15 komünisti öldürdü. “burjuva kemal’in omuzuna binmiş/ kemal kumandanın kordonuna/ kumandan kâhyanın cebine inmiş/ kâhya adamlarının donuna/ uluyorlar// hav… hav… hak… tü”

Ocak ayı, Hrant’ın ölümünün yıldönümüdür. Tüm devlet çarkı birlikte Hrant’ı katletmiştir.

Şimdi, Ocak ayında, 2019’da, bir avukat, Ermenilerin avukatlığını yapıyorsun diye tehdit ediliyor. Açıktan, işyerinin bulunduğu bina kontrol ediliyor. Kameralara yansıyan görüntülerde, “görevli” iki kişi açıkça görülüyor. Saray, tehditlerini daha da artırıyor.

Bir tane daha hatırlayalım: Metin Akpınar ve Müjdat Gezen, gözaltına alınıyorlar. Özeti şudur: Saray Rejimi’ni övücü konuşmamışlardır. Aslında, Fatih Portakal gibi, açıktan, daha açık, daha net bir cephe almış değildirler. Ne Metin Akpınar, ne Müjdat Gezen, kitleleri isyana, direnişe davet etmiş değildir. Ki etmiş olsalar da bu bir anayasal suç değildir. Ama bari, açıktan kitleleri eyleme davet etselerdi, açıktan işçilere direniş çağrıları yapsalardı.

Ne derseniz deyin, eğer siz Erdoğan’ı alkışlamıyorsanız, eğer siz Saray Rejimi’nin çalışanı değil iseniz, bir anda kendinizi hapisle tehdit altında bulabilirsiniz. Madem öyle, öyle ise, mertçe, açıkça, halkı eyleme, direnişe, sokağa çağırın. Mesela polise ve orduya, halkına karşı güç kullanma çağrısı yapın vb.

Hiç değilse, “şunu demek istememiştim” diye bir açıklamanız olmaz. Açıktan, evet öyle dedim, diye bir açıklamanız olur.

Erdoğan, “sanatçı müsveddeleri” diye buyurdu.

Erdoğan, elbette sanat uzmanıdır ve gerçekten de kimin sanatçı, kimin müsvedde olduğunu bilebilecek, en üst makamdır. Zaten en üst makamdır, Ondan daha büyük var mıdır? Elbette ki yoktur. Bu sadece “devletin başı”, sadece Saray’ın başı, sadece İslam’ın başı anlamına gelmez. Elbette, sanat ile ilgili her konunun, yargının da başı anlamına gelir. Zaten yargı kendisine bağlı değil midir? Elbette ki öyledir. Bu nedenle söyledi, bunları gözaltına alın ve elbette Müjdat Gezen ve Metin Akpınar gözaltına alındılar. Demek ki, yargı kendisine bağlıdır. Başka birisine bağlı olması da düşünülemez. Adamın hakkıdır. Ondan daha büyük birisi mi var?

Sanatın da başı olmalıdır.

Tez elden, bir fetva gerekir, sanat ve sanatla ilgili, “içine tükürülecek” ne varsa, hepsinin de başı olmalıdır.

Böylece, sanatın da başı sıfatına sahip olur ve işte o zaman, “sanatçı müsveddeleri” dediğinde, kimsenin bir kuşkusu kalmaz. Kaldı ki, şimdi de ne diyorsa doğrudur, ama yine de küçük bir kuşku kalmaktadır. Bu küçük kuşkuyu yok edecek şey, sanatın başı sıfatını almasıdır. Öyle Orhan Gencebay ile, öyle Mahsun Kırmızıgül ile bu işler olmuyor. Bunlar, belki Saray’a bağlı, ama para ile bağlı, gönülden bağlı olmaları lazım. İşte bu nedenle, sanatın bir başı olması gerekiyorsa, bu mutlaka lazımsa, bunun da kim olması gerektiği bellidir.

Baskıları, sonu gelmez “yasa tanımama” durumu, başka birçok örnekle artırmak mümkün. Hemen her gün bir başkası gerçekleşiyor. Saymakla bitmez.

Bu aslında, bir “korku” hâlidir.

Saray’ın içine sinmiş, tüm odalarını sarmış bir korku hâlidir bu.

Bu bir “yönetme krizi”dir.

Belediye başkanlıkları da dahil tüm yerel yönetimlerin seçilmesi süreci de böyledir. En doğru olanı, mesela İstanbul, Ankara ve İzmir de dahil tüm büyük şehir yönetimlerinin, tek başkanı olmasıdır ve bu da elbette ki Erdoğan’dır. Ve uygun düşer, tüm büyük şehirlerde bir Saray yapılmalıdır. Çünkü güvenlik sorunu vardır. Güvenlik ancak, Saray mantığı ile sağlanabilir. Yakında, Ortaçağ’ın kale inşaatlarını da görürsek şaşmamak gerekir. Hem her kale inşaatı büyük rant demek de olacaktır.

Tüm bunlar, bir yönetememe durumudur.

Bu korku, tam da bunun ifadesidir. Egemen sınıflar, egemen güçler, cennetlerini kaybetme korkusu ile, rant ve yağma ekonomisinden elde ettikleri vurgunları devam ettirememe korkusu ile, kendi çetelerini oluşturmaktadırlar. Tüm sistem, akıl almaz bir hızla ve akıl almaz bir çeşitlilikle çeteler üretmektedir. Bu çeteleşme, gerçekte korkuyu azaltmıyor. Tersine artırıyor. Artık, siyasal partiler birer kadavradır, MHP, CHP ve AK Parti birer kadavradır, bitmiştir. Onların yerine, her burjuva çevre, her iktidar odağı, kendi çetelerini örgütlemektedir.

Korku, onları daha büyük çapta baskıya, daha fazla şiddete yönlendiriyor. Saray’ın başından tehditler, günlük yaşamın bir parçası olmuştur.

Bu baskının, bu devlet terörünün ardında, korkuları vardır. Bu nedenle, aykırı tek sese bile tahammül edemiyorlar. Hem korktukları için bunu yapıyorlar, hem de, zaten bizden daha büyük güç mü var kibri, tüm Saray’ı ve devlet yönetimini sarmıştır.

Korku ve kibrin bu denli iç içe geçip harmanladığı örnek, tarihte de azdır. İstediğimi yaparım, istediğime kimse engel olamaz, her şeyin sahibi benim ve bunun dışında da bir gerçeklik yoktur. Vatan sevgisi denilen şey, benim istediklerime boyun eğmekle ölçülür. Ve bu konuda benim yanımda olanlar, elbette dünyalıklarını yapabilecek olanaklara sahip olurlar. Yağma ve ranttan pay alırlar. İşte size gerçek anlamı ile yönetim sistemi.

Korkuları ise, Gezi ile direnişle özdeşleşmiştir.

Bu nedenle tek bir aykırı sesin, zaten direnen Kürt devriminin yanında, Batı’da yeni bir direnişin kıvılcımı olmasından korkmaktadırlar. Kürt halkının direnişine benzer bir direnişin, Batı’dan yükselmesi, cennetlerini kaybetmeleri demek olacaktır. İşte bu nedenle, her aydın, her işçi, her muhalif, her kadın, her genç onların yanında değil ise açık düşmanlarıdır. Halka potansiyel düşman olarak bakmaktadırlar.